Kaliteli Siteler

Domain

Bebeklerin Hastalık Döneminde Beslenme

Hastalıklarda Beslenme Ateş Eğer çocuk emiyorsa emzirmeye devam edin. Özellikle suyu kaynatıp soğutulduktan sonra verin. Her çeşit sıvı içeceği deneyin. Eğer çocuğunuz çok miktarda içemiyorsa kısa aralıklarla az az verin. Doktorunuza danışmadan aspirin vermeyin. Bebeklerin Hastalık Döneminde Beslenme Kusma Yemeği unutun. Çocuğunuz istediği zaman, biraz sıvı vermeyi deneyin. Bebeğinizin midesi düzelene kadar, yavaş yavaş miktarı ve beslenme aralarını arttırın. Karbonatsız soda, nane ve şekerli çayla başlayıp, mide düzelirse hafif katı yiyeceklere başlayın. Eğer kusma başlarsa, tekrar sıvıya dönün. İkinci gün devam ederse doktora başvurun.

Çocuklarda Diş Bakımı

ÇOCUKLARDA DİŞ BAKIMI İleride iyi bir diş yapısını sağlamak için çocuğun süt dişlerine özen gösterilmesi gerektiği herkesçe bilinen bir gerçektir. Bununla birlikte anneler, çocuklarının canı acımasın diye çok kere yavrularını dişçiye götürmekten kaçınmaktadırlar.

Pamukçuk

PAMUKÇUK BİR BAŞKA TARİFİ VE ANLATIMI Ağız içinde pamukçuk denilen bir mantarın üremesinden ileri gelen hastalıktır. Hayatın her devresinde görülürse de daha ziyade yeni doğan çocuklarda olur. Yeni doğan ve iki aylık çocuklarda ağzın kuruluğu bu mantarın ütmesine çok yarar. Emilen sütün ağızda kalan ufak parçalan da mantarın çoğalmasına yardım eder.

Çocuk Felci

POIİOMİYELİT-ÇOCUK FELCİ: Poliomiyelit, oldukça yaygın, virüs kaynaklı bir bulaşıcı hastalıktır. Hastalık geniş bir belirti ve etki alanına sahiptir. Ancak belirtiler arasında en ciddi olanlar, merkezi sinir sistemindeki hastalığa ait bozukluklardan kaynaklananlardır. Poliomiyelit yalnız insanlarda görülmektedir.

Gebelikte Kötü Beslenmenin Zararları

Annenin, gebelik sırasında ve öncesinde kötü beslenmesinin hem kendisine shem de dölün büyümesine ve sağlığına olumsuz etkileri olduğu araştırmalarla gösterilmiştir. Çeşitli besin öğelerinin yetersizliği oluşturulan gebe hayvanlar üze­rinde yapılan araştırmalarda, bu durumun yavruya zararlı etkileri açık olarak ortaya konmuşt

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Terleme

Terlemenin Tedavisi Nedenleri Sebepleri

Aşırı terleme neden olur? Başkaları terlemediği halde ben neden terliyorum? Terleme bir hastalığa mı bağlıdır? Aşırı terlemenin nedenleri nelerdir? El terlemesinin nedenleri, koltuk altı terlemesinin nedenleri, ayak terlemesinin nedenleri, yüz terlemesinin nedenleri nedir?

Aşırı terleme 2 şekilde olabilir...

1) Genel vücut terlemesi

Vücudun tamamında (ağırlıklı olarak gövdede) ortaya çıkan terleme şeklidir.
Beyinde bulunan ısı düzenleme merkezini,
Beyinden ter bezlerine uyarıyı ileten sempatik sistemi veya
Ter bezlerini etkileyen birçok hastalık ve durumlar,
Vücudun tamamına yakınında ortaya çıkan yaygın aşırı terlemeye neden olabilir.
Nedenlerini ve nasıl tedavi edilebileceğini buradan okuyabilirsiniz.

2) Bölgesel terleme

El terlemesi, koltuk altı terlemesi, ayak terlemesi ve yüz terlemesi şeklinde ortaya çıkan aşırı terleme durumudur. Bazen birkaç bölgede aynı anda olabilir.

Bölgesel terleme başka bir hastalığa bağlı değildir.
Yapılan tüm tetkikler normaldir.
Ter bezlerinin yapısında, sayısında ve büyüklüğünde bir farklılık yoktur.

Peki o zaman nedeni nedir? Neden oluyor?
Terlemeyi ayarlayan sempatik sistemde ayar bozukluğu vardır.
Bölgesel terleme olanlarda sempatik sistem aşırı duyarlı ve fazla çalışmaktadır.
Sadece bu aşırı çalışmaya bağlı ter üretimi fazladır.
Bölgesel terlemenin özellikleri

Toplumda 100 kişiden 1-2 kişide görülür.

El ve ayak terlemesi genellikle çocukluk döneminde başlar.

Koltuk altı ve yüz terlemesi genellikle ergenlik döneminde başlar.

Genel olarak erkek ve kadınlarda eşit oranda rastlanır.

Hastaların %40 ında aile hikayesi (genetik, irsi geçiş) vardır.

Her mevsimde olur, ancak sıcak mevsimlerde daha belirgindir.

Bazılarında 35-40 yaşından sonra biraz azalsa da hayat boyu devam eder.

Stres, heyecan gibi duygusal durumlar tetikleyici olarak başlatabilir.

Genellikle uykuda olmaz, uyandıktan bir süre sonra başlar.

Bebeklerin Hastalık Döneminde Beslenme

Hastalıklarda Beslenme

Ateş

Eğer çocuk emiyorsa emzirmeye devam edin. Özellikle suyu kaynatıp soğutulduktan sonra verin. Her çeşit sıvı içeceği deneyin. Eğer çocuğunuz çok miktarda içemiyorsa kısa aralıklarla az az verin. Doktorunuza danışmadan aspirin vermeyin.

Bebeklerin Hastalık Döneminde Beslenme

Kusma

Yemeği unutun. Çocuğunuz istediği zaman, biraz sıvı vermeyi deneyin. Bebeğinizin midesi düzelene kadar, yavaş yavaş miktarı ve beslenme aralarını arttırın. Karbonatsız soda, nane ve şekerli çayla başlayıp, mide düzelirse hafif katı yiyeceklere başlayın. Eğer kusma başlarsa, tekrar sıvıya dönün. İkinci gün devam ederse doktora başvurun.

İshal

Çocuk anne sütü ile besleniyorsa emzirmeye devam edin. İnek sütü veriyorsanız yerine yoğurt verin. Bol kaynamış soğumuş su, bu su ile yapılan tuzlu ayran, açık çay ile elma, şeftali, koruk, kızılcık gibi meyveleri ezip suyunu çıkararak verin. Kaybettiği vitamin ve mineralleri yeniden kazanması için havuç çorbası yapın. Bebeğe iyi gelecek yiyecekler, biraz tuzlanmış, haşlanmış patates, yoğurtlu pirinç lapası, yoğurt, muz ve elma rendesidir. Çocuğunuz altı aylıktan ufaksa doktorunuza danışın.

Her zaman hatırda tutmanız gereken diyet:

Yoğurt, Muz, Patates haşlama, Pirinç lapası, Elma, şeftali rendesi

Bu yiyecekleri çocuğunuza dört saatte bir ve az miktarlarda verip ishali kontrolünüz altında tutun. İshal çok şiddetli oldu ise eczaneden alacağınız tuz, şeker karışımı paketleri tarif üzerine kullanın. Tüm tedaviye rağmen 48 saatte ishal düzelmezse hemen bir sağlık kuruluşuna başvurun.

Kabızlık

Bol bol sıvı gıda verin (kaynatılmış soğutulmuş su, meyve suları, meyveler ve yoğurt). Sütlü besinlerden, elma, muz, pirinç ve jelatinden kaçının. Kayısı ve eriği ezerek, üzüm, portakal sularından verin. Sebze çorbasının içine koyduğunuz yağın miktarını artırın. Az hareketli çocuklarda hareketi artırın.

Birçok anne baba iki veya üç günde bir kaka yapan çocuklarını kabız zannederler. Halbuki kabızlık süreyle ölçülmez bir günde bir kaç sefer taş gibi kaka yapan veya haftada bir çok miktarda sert kaka yapan çocuklara kabız denir.

Yemeğe Dönelim

Hastalıktan kalkan çocukları, yeni baştan yemek yeme alışkanlıklarına döndürmek için bazı fikirler:

• Bıkmayı önlemek için, sık sık kahvaltı şeklinde ve sulu yiyecekler verin.

• İstediğin yerde ye politikası uygulayın.

• Yeni yöntemler deneyin. Kürdanla yemek gibi.

• Ufak porsiyonlarda servis yapın.

• Yatağının baş ucuna meyve suyu koyun.

• Sandviçlerini şekillendirin.

• Evin içinde, yerde piknik yapın.

Sağlıklı Bir Diyet Nasıl Yapılmalıdır.?

Sağlıklı Bir Diyet Nasıl Yapılmalıdır.?

60 yaşın üzerindekiler için sağlıklı beslenmeyle ilgili bazı ipuçları verelim:

* Ekmek, makarna, pirinç ve tahılların kepekli olanları lif gereksinimizi karşılayacak ve rafine beyaz ürünlere göre açlığınızı çok daha uzun süre baskılayacaktır.

* Taze sebze ve meyveler düşük kalorilidir lif kaynağıdır ve sizi lok tutar. Şaşırtıcı derecede az sayıda kadın önerilen günlük porsiyon sebze meyveyi tüketir. Bir açlık atağında saldırmak iğin bisküvi stoğunu dolu tutmak yerine sebzeliği meyveyle doldurmaya alışın.

• Makarnn pirinç ve patates gibi karbonhidrattan zengin gıdalar yağ içerkli yüksük gıdalara göre daha az kalorili olup aynı zamanda kalorili vitamin ve mineralleri içerir; bunları diyetinizden çıkarmayın. Bu tür gıdaları şişmanlatıcı ve kolesterol yükseltici hale getiren eklenen tereyağı ve soslardır.

• 60 yaşın üzerindoki kadınların en büyük sorunlarından biri yoterli kalsiyumu alamamaktır. Kemiklerinizi güçlü tutmak için günde en az 1.000 mg kalsiyuma ihtiyacınız var En zengin kaynaklar süt, peynir ve yoğurt gibi süt ürünleridir. Neyse ki yarım yağlı ya da yağsız sütte birim başına yağlı süttekinden daha fazla kalsiyum bulunur. Kepek ekmeği, kuru fasulye, haşlanmış lahana ve sardalye gibi balıklarda da kalsiyum vardır. Soya sütü de genellikle kalsiyum yönünden takviye edilmiştir.

Sağlıklı Beslenme

Düşük kolesterol İçeren az tuzlu diyetle kalbinizin sağlığını koruyabilirsiniz. Her gün en az 5 porsiyon sebze meyve yemeyi de ihmal etmeyin» Bu değişiklikler kan basıncınızın düşmesine ve inme riskinin azalmasına yardımcı olacaktır.

Kolesterol vücutta başlıca iki lipoproteinin (yağ-protein bileşiği) yapısına katılarak dolaşır Kolesterolün yaklaşık yüzde 70′i düşük yoğunluklu lipoproteinlere (LDL) bağlanır. LDL atardamarların duvarındaki yağ plaklarının oluşumuna katılan ve kalp hastalığı riskini artıran kötü kolesteroldür. Kolesterolün geri kalan bölümü atar damarlardaki birikmeyi önleyen yüksek yoğunluklu lipoproteinlerin (HDL) yapısına katılır. Kadınlarda bu “iyi kolesterol” düzeyi erkeklere göre genellikle daha yüksek olma eğilimi gösterir.

Kolesterolün yalnızca yüzde 2.5′i diyetten kaynaklanır; geri kalanı karaciğer tarafından yapılır. Ancak doymuş yağlardan zengin bir diyet karaciğerin daha fazla LDL (kötü kolesterol) üretmesine yol açabilir ve genel olarak yalnızca sağlıklı beslenerek kolesterol düzeyinizi yüzde 10 oranında düşürebilirsiniz. Bu da sonuç olarak kalp krizi geçirme riskinizi yüzde 20 oranında azaltır.

Doymuş Yağları Azaltmak

Diyetle ilgili ilk hamleniz yağ (özellikle de doymuş yağ) tüketiminizi azaltmak olmalıdır; zira bunların kan kolesterol düzeylerini önemli ölçüde artırıcı etkisi vardır. Bu tür yağlar yerine az miktarda doymamış ya da tekli doymuş yağ asitleri içerenleri kullanmanız, kolesterol düzeylerinizin düşmesine yardımcı olacaktır.

Doymuş yağlardan zengin besinler: Bisküviler, pasta, kırmızı et, peynir, tereyağı, krema ve hindistancevizi ile hurma yağı içeren besinlerin hepsi doymuş yağlardan zengindir.

Birkaç bitkisel yağ ve işlenmiş gıdaların çoğu da doymuş yağ içerir; o nedenle ürün etiketlerindeki yazıları dikkatli okuyun. “Hidrojenize” sözcüğüyle karşılaşırsanız bu terimin çoklu doymamış yağların bir kısmının doyurulmuş hale getirildiğini ifade ettiğini ve bunun da iyi bir haber olmadığını bilin.

Yumurta sarısı, sakatat ve et de bir miktar doymuş yağ içerdiği için bu besinleri sınırlı tüketin ve kesinlikle her gün yemeyin.

Doymamış yağ kaynakları: Ayçiçeğiyağı, zeytinyağı, mısırözüyağı, fındık ve benzeri yemişlerin yağı ve avokado. Somon, ringa, uskumru ve taze (konserve değil) tonbalığı gibi yağlı balıklar da doymamış yağ içeren iyi kaynaklardır. Bunlardan haftada 2 kez yemeye çalışın.

Balıkta kolesterol genellikle kırmızı ettekine göre daha azdır. Ancak kabuklu deniz ürünlerinin bileşimi farklıdır; karideste doymuş yağ miktarı oldukça yüksektir.

Kolesterol içermeyen besinler: Sebze, meyve, tahıllar, kuruyemiş ve çekirdekler kolesterol içermez. Tavsiye edilen miktarda sebze meyve yemenin bir başka önemli yaran da bakliyat ve yulafın yanı sıra bu gıdaların da kolesterolün düşürülmesine yardımcı olan lifleri içermesidir. Bitkisel steroller içeren besinlerin de aynı işi gördüğüne dair kanıtlar vardır. Bunlar genellikle tereyağı yerine kullanılan krem peynirler ve yoğurtlar gibi özel olarak geliştirilmiş ürün-lordo bulunur.

Tuz

Çok tuzlu yemek kan basıncınızın yükselmesinde rol oynayabilir vo bu da kalp hastalığı riskini artırabilir. Önerilen günlük miktar altındadır.

Hazır yemekler gibi işlenmiş gıdalar tuz küpüdür ve aldığımız tuz miktarının yüzde 75′ini oluşturur. Ürün etiketleri yanıltıcı olabilir. Genel olarak sodyum içeriğini belirtirler; oysa tuzda hem sodyum hem klorür bulunur. Gerçek tuz içeriğini hesaplamak için 100 gram başına belirtilen sodyum miktarını 2,5 ile çarpmanız gerekir. Başka bir deyişle 1 gram sodyum 2,5 gram tuza eşdeğerdir ve bu değer tavsiye edilen günlük miktarın neredeyse yarısıdır. Günlük maksimum düzeye ne kadar kolay ulaşılabildiğini öğrenmek sizi şaşırtabilir.

Pratik bir kılavuz: Sanırım pek az kadın markete giderken yanında hesap makinesi taşımak ya da ürün rafları arasındaki koridorlarda dört işlem yapmak ister. Genel kural olarak 100 gramında 0,1 gramdan dah az sodyum içeren besinleri seçmeye özen gösterin.

İçerdiği tuz miktarı özellikle yüksek olan besinler arasında şunlar vardır:

* Soya sosu

* Maya özütü ,

* Bulyon küpleri

* Cips ve tuzlu fıstık gibi çerezler

* Domuz pastırması, peynir ve turşular da üretim biçimlerinden ötürü çok miktarda tuz içerirler.

Evde yemek pişirirken refleks olarak tuz eklemeyin ve yemeğin tadına bakmadan önce sos ve çeşnilere uzanma alışkanlığından vazgeçin. Tuzu azaltırsanız tıpkı çayına şeker koymaktan vazgeçenler örneğinde olduğu gibi bu değişikliğe kısa sürede alışacaksınız. Çok geçmeden çok fazla tuz tat tomurcuklarınızı rahatsız eder hale gelecektir. Yemeğe lezzet vermek için tuz yerine limon suyu, zencefil, sarmısak ya da aromatik bitkiler kullanmayı deneyin.

Bayılma, Çocuklarda Bayılma

Çocuklarda Bayılma
Çocuklar, bazen ani ateş yüksel­mesi sonucu bayılabilir veya nefessiz kalabilir. Bu durum, çocu­ğun beyin hüc­releri ve vücut fonksiyonlarında tahrip edici etkiler yapabilir. doktora gidene kadar da çok zaman kaybedebilir.

Vücutta otomatik olarak işleyen hayati işlemlerin devamına rağmen, insanın çeşidi duygularını algılaya­nıma ve kendi iradesiyle hareket et­me İmkanım kaybetmesidir. Baygın­lık, insanda üzüntü, stres ve aşırı sı­cak sebebiyle meydana gelebildiği gibi, yorgunluk ve uzun süre ayakta kalma gibi bazı faktörlerle de görü­lebilir. Özellikle zayıf, yaşlı ve narin yapılı kişilerde daha sık oluşur.

Ayrıca aşağıdaki formüller uygula­nır:

baygınlık

* Aynı miktarda limon ve sirke ka­rıştırılır. Baş, boyun ve eklemler ovulur. Bir bardak sirkeye bir kaşık zeytinyağı ilave edilerek, vücut bu karışımla ovulur. Soğuk suyla baş ve vücuda masaj yapılır.

* Bir kavanozun yarısına kadar menekşe konur, üzeri zeytinyağı ile doldurulur. Sık sık karıştırılarak üç hafta kadar güneşte bekletilir. Böyle acil durumlarda eklemler bu yağ ile ovulur. Bu karışım karın ağrısına ve vücut hararetine karşı da etkilidir.

Tedavisi:
* Hasta, vücudu başı aşağı gelecek şekilde yatırılır. Yüzüne bol­ca soğuk su serpilir. Ense ve şakaklar limon, sirke veya kolonya ile ovulur, buruna kekik yağı ve soğan koklatı­lır.

* Lavanta esansı koklatılır. 1 – 2 bardak melisa suyu içirilir.
* Buruna miskü amber tutulur ve içe çekilmesi sağlanır.

Pamukçuk

Ağız mukozasının iltihaplanmasıdır. Bir çeşit mantar oluşumudur.

Genellikle yetersiz beslenmiş, zayıf bünyeli süt çocuklarında görülmekle birlikte, uzun süren hastalıklar sonucu zayıf düşmüş yetişkinlerde de görülür. Dilin ucunda ve kenarlarında, yanakların ve dudakların iç kısımlarında beyazımsı küçük şişlik ve kızartılar şeklinde ortaya çıkar. Bu durumdaki çocuğa veya yetişkine, asitli yiyecekler verilmez. Ağız temiz tutulur.

PAMUKÇUK BİR BAŞKA TARİFİ VE ANLATIMI

Ağız içinde pamukçuk denilen bir mantarın üremesinden ileri gelen hastalıktır. Hayatın her devresinde görülürse de daha ziyade yeni doğan çocuklarda olur. Yeni doğan ve iki aylık çocuklarda ağzın kuruluğu bu mantarın ütmesine çok yarar. Emilen sütün ağızda kalan ufak parçalan da mantarın çoğalmasına yardım eder.

İyi temizlenmemiş emzikler ve süt şişeleri, çocuğun meme emeceği yer, bulaşma için birer sebeptir. Evvelâ dilin üs-tün’Üe, sonra yanakların içinde, beyazlıklar görülür. Bunlar altındaki sümüksel zarına yapışıktır.

Fakat kolaylıkla kaldırılabilir ve altından kırmızı, kanayan, sümüksel zar meydana çıkar. Hastalık tedavi edilmezse beyazlık hafif sarı ve esmerimtrak bir renk alır, kurur çatlar. Çocuk meme veya emziğini biraz emdikten sonra birdenbire bırakır.

Tedavisi:

pamukcuk, pamukcuk Tedavisi Sebepleri Belirtileri Nedenleri, pamukcuk İçin Şifalı Bitkiler

* Ağız ve annenin meme ucu karbonatlı su ile silinir. Ağza kara dut şurubu sürülür veya damlatılır. Ağza, halk arasında mavi damla diye bilinen, ‘bleu de metilen’li damla damlatılır.

* Kaynamakta olan bir bardak suya, bir tutam hatmi çiçeği konur, kısa bir sûre demlenir ve

suyun soğuması beklenir. Sonra da ağız bu suyla silinir.

6 Mayıs 2012 Pazar

Çocuk Felci

POIİOMİYELİT-ÇOCUK FELCİ: Poliomiyelit, oldukça yaygın, virüs kaynaklı bir bulaşıcı hastalıktır. Hastalık geniş bir belirti ve etki alanına sahiptir. Ancak belirtiler arasında en ciddi olanlar, merkezi sinir sistemindeki hastalığa ait bozukluklardan kaynaklananlardır. Poliomiyelit yalnız insanlarda görülmektedir.

Hastalığın etkeni RNA grubundan “Pikoma virüs” ailesine ait “Poliovirüs” adlı virüslerdir. Üç tip poliovirüs vardır. Bunlar “Poliovirüs Tip I” (Brunhilde), “Poliovirüs Tip II” (Lansing) ve “Poliovirüs Tip III” (Leon) olarak adlandırılırlar. Poliovirüsler-den bir tipine karşı kazanılan bağışıklık, öteki tiplere karşı da bağışıklık sağlamaz.

Tentürdiyot, zefiran, alkol, ultraviyole ışınları gibi dezenfektan maddeler poliovirüsü öldürmezler. Virüs pis sularda, lağım suyunda ve berrak suda 4 ay canlı kalabilir.Virüsü taşıyan herkesin hastalanması kesin değildir. İşte bu gibi kişiler, yani virüsü taşıdığı halde hastalanmayan kişiler, virüsün başkalarına bulaşmasında çok önemli rol oynarlar. Virüsü taşıyan insanların dışkısında virüse rastlama olasılığı yüksektir.

Çocuk Felci Neden Olur

Zaten hastalık da sindirim kanalı çıkartıları yoluyla başkalarına bulaşmaktadır. Yani hastalığın bulaşması, “Fiko-Oral bulaşma” denilen dışkı-ağız bulaşma zinciri biçimindedir. Virüsü içeren dışkının ellere ya da besinlere bulaşması, daha sonra da bu kirli besinlerin ya da kirli ellerle tutulan besinlerin yenmesiyle virüs insanlara bulaşır. Virüs sindirim kanalına girdikten sonra önce geniz ve/veya incebağırsak epitel hücreleri içinde çoğalır ve buradan da kana karışır. Kana karışan virüslere karşı vücudun bağışıklık sistemi tarafından antikorlar hazırlanır. Virüs daha sonra sinir sistemine geçer. Genel kanıya göre virüs, beynin “Medulla oblongata” adlı bölümünden merkezi sinir sistemine bulaşmaktadır.

Bazı araştırmacılar virüslerin sinir liflerinden de sinir sistemine bulaştıklarım ileri sürmektedirler. Virüs bir kez sinir sistemine girerse ondan sonra sinir lifleri içinde yol alarak vücuda yayılır. Virüsler sinir sisteminde adeta güvenlik içindedirler, çünkü burada vücudun ürettiği antikorlardan korunurlar.

İnsanların|poliomiyelite karşı duyarlıkları bulaşmanın gerçekleştiği anda kişinin antikorlarıyla verebileceği yanıta bağlıdır. Eğer virüse karşı yeterli antikor üretilmişse bulaşmaya karşın hastalık gelişmez. 15 yaşına gelen kimselerin hemen hemen tümü virüsle karşılaşmış gibidir. Bu karşılaşmaların pek azında hastalık gelişmektedir. Çünkü insan organizması virüsü aldığında ona karşı antikor üreterek, hastalık gelişmesini önlemeye çalışmaktadır.Virüs vücuda girdikten sonra 3-35 günlük bir kuluçka devri geçirir. Kuluçka devri % 80 vakada 6-20 gün sürmektedir.Poliomiyelit infeksiyonu başlıca 4 ayrı klinik biçiminden birini gösterir.

Bunlar en hafifinden en ağırına doğru şöyle sıralanırlar:

1} Belirtisiz infeksiyon 2) Hafif hastalık 3) Felçsiz poliomiyelit ve 4) Felçli poliomiyelit.

Bu 4 durumu ayrı ayrı ele alacağız.

1) Belirtisiz infeksiyon: Poliomiyelit infeksiyonların yaklaşık % 95'i bu biçimdedir. Viriis bulaşmasına karşın, kişide hastalık belirtileri gelişmez. Başka bir anlatımla kişi hastalanmaz. Bulaşmanın olduğu kimselerde virüs sindirim kanalında, farinkste, dışkıda bulunabilir. Kişi hangi tip virüsle karşılaşmışsa o virüse karşı özel antikorlar, “Tip spesifik antikorlar geliştirir. Burada şunu yine belirtelim: 15 yaşına gelen insanların hemen hepsi poliovirüsle karşılaşmış durumdadır.2) Hafif hastalık: Infeksiyonun bu tipinde sinir sisteminin hastalandığına ilişkin herhangi bir klinik ve laboratuvar belirti gelişmeden genel hastalık belirtileri ortaya çıkar. înfeksiyonun bu tipine “Abortif tip” de denir. Bu tipte üç çeşit klinik tablo gelişir. Bu klinik tablolardan biri basit bir gribe benzer.

Öteki de basit bir üst solunum yolları infeksiyonunu andırır. Bu tabloda ateş, boğaz ağrısı, boğazda kızarıklık gibi belirtiler bulunur. Üçüncü tabloda sindirim sistemi bozuklukları vardır. Bunlar bulantı, kusma, ishal kabızlık, karın ağrısı ve hafif bir ateş yükselmesi biçimindedir.Virüslere boğazda, sindirim kanalı ve dışkıda rastlanabilir. Hastanın bağışıklık sistemi, bulaşan virüs tipine karşı antikorlar üretir.

3) Felçsiz poliomiyelit: Hastalığın bu tipinde abortif tipteki belirtilerden oluşan bir ön belirtiler, daha sonra da beyin zarının tahrişine ilişkin (meningeal iritasyon) klinik belirtilerle beyin omurilik sıvısı değişiklikleri gelişir.Meningeal iritasyon belirtileri şunlardır: Hasta sırtüstü yatarken, bir elimizi başının altına koyarak hastanın kafasını yataktan kaldırmak istediğimizde bir dirençle karşılaşırız. Buna “ense sertliği” denir. Hastalar yatakta oturur duruma geçtiklerinde kollarını biraz geriye açıp onlara dayanarak otururlar. Bu belirtiye “tripod” denir. Hastalar oturur duruma geçtiklerinde başları da arkaya düşer. Buna da “hoyne” belirtisi denir. Sırtüstü yatan hastanın bacağını karnına doğru topladıktan sonra, aynı bacak dizden kırılarak açılmak istendiğinde bu harekete karşı direnç belirir. Buna da “kernig” belirtisi denir. Sırtüstü yatan hastanın başını elimizle kaldırdığımızda hastanın her iki bacağının da kendiliğinden (istemsiz olarak) karnına doğru toplandığı görülür.

Bu belirtiye “brudzinski” belirtisi denir. Hastadan alınan beyin omurilik sıvısı örneği incelendiğinde, bu sıvıdaki hücre ve protein miktarının arttığı buna karşılık glikoz miktarının normal kaldığı görülür. Felçsiz poliomiyelit klinik seyri sorun yaratmaz. Hastanın genel durumu 5-7 günde düzelir. Ancak meningeal iritasyon belirtileri yaklaşık 15 gün sürer.Hastalık kas ve sinir işlevlerinde kalıcı bir bozukluğa yol açmaz.

4) Felçli poliomiyelit: Hastalığın bu tipi abortif tip belirtileri, meningeal iritasyon belirtileri ve beyin omurilik sıvısı belirtileriyle başladıktan sonra felçler ortaya çıkar. Ancak çoğu hastada bu dönem doğrudan doğruya felçlerle başlamaktadır. Bazı hastalarda hastalık iki dönemde gelişir. Önce abortif tip belirtilerinden bir grup gelişir ve ateş yükselir. Bu belirtiler bir süre sonra kaybolur. Bundan 5 gün sonra meningeal iritasyon belirtileriyle felçler gelişir. Çocuklarda abortif tip belirtilere üst solunum yollarında rastlanır, erişkinlerde bunlara kas ve eklem ağrıları da eklenebilir.

Beyin yarıküreleri, beyin sapı ve omurilikte bulunan motor sinirlerin (kasları kasılmaya yönelten sinirler) poliomiyelit nedeniyle zedelenmeleri sonucu, kaslarda güç azalması (parezi) ve/veya felç (paralizi) gelişmesi, hastalığın yol açtığı en ciddi bozukluklardandır. Hastalığın bu etkisi nedeniyle pek çok insan daha çocukluk çağından felçli duruma düşmektedir. Hastada gelişen felçler merkezi sinir sisteminin etkilendiği bölgeye göre belirlenmektedir. Omurilikteki bozukluklardan kaynaklanan felçlerde önce etkilenen bölgeyle ilgili kaslarda kramp biçiminde ağrılar ve duygu kusurları gelişir. Felç aniden gelişebileceği gibi, önce kas güçsüzlüğü yaratarak da gelişebilir. 5 yaşından küçük çocuklarda bir bacakta güç azalmasına sık rastlanmaktadır. 5-15 yaş arasındaki hastalarda “Parapleji” denilen iki kolda ya da her iki bacakta felç gelişmesi ya da bir kolda güç azalması durumuna daha sık rastlanmaktadır. 15 yaşından büyük hastalarda “kuadropleji” denilen her iki kol ve bacakta felç gelişmesi durumu görülür. Solunum kaslarının ve/veya mesanenin felce uğraması da 15 yaşının üstündeki hastalarda sık rastlanılan bir bozukluktur. Beyin sapı bölümü etkilendiğinde kafa sinirlerinin dağılım alanlarında felç belirir. Beyin sapındaki solunum ve/veya dolaşım merkezleri etkilendiğinde hasta, solunum ve kalp-damar sistemi (dolaşım sistemi) bozuklukları nedeniyle ölebilir, Hastanın beyin yarıküreleri etkilendiğinde yukarıdaki bozukluklara ek olarak ya da onlar gelişmeden bilinç bozuklukları, uyku hali ya da kolay uyarılma gibi belirtiler de gelişebilir.

Poliovirüsün üç tipinden hangisi vücuda girmişse, yüksek tansiyon, miyokardit, akciğer ödemi ve şok gelişebilir.Hastalığın özel bir tedavisi yoktur. Tedavi, daha çok gelişen belirtilere yöneliktir. Poliovirüsün üç tipinden hangisi vücuda girmişse, o tipe karşı bağışıklık gelişir. Bir tipe karşı gelişen bağışıklık ötekilerine karşı da bağışıklık sağlamaz. İnsanlarda aktif olarak bağışıklık oluşturmak için polio aşıları kullanılır. İki tip polio aşısı vardır. Bunlardan biri “Saik” öteki de “Sabin” aşısıdır.

Saik aşısı inaktif poliovirüsler içerir. Aşının içinde her Üç tip poliovirüs bulunur. Saik aşısı dörder hafta arayla üç kez 1 cm deri altına zerk edilerek yapılır. Son aşıdan 1 yıl sonra, bundan da 2-3 yıllık aralarla aşı yinelenir. Çocuk 2 aylık olduğunda bu aşı programına başlanmalıdır. Günümüzde sabin aşısı daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Çünkü bu aşı daha hızlı, daha yüksek oranda ve daha uzun süreli bir bağışıklık sağlamaktadır. Sabin aşısı, zayıflatılmış polio-virüsleri içermektedir. Aşı ağızdan örneğin bir kesme şeker üzerine damlatılarak kolayca verilir. Aşı üç tip için ayrı ayrı hazırlanır. Önce tip I sonra tip II sonra da tip III6 haftalık aralarla üç ayrı doz olarak da verilebilir. Son aşıdan 1 ve 4 yıl sonra dördüncü ve beşinci dozlar da verilmelidir. Çocuklar 2 aylık olduklarında aşılama programına alınmalıdırlar.

Kan Kanseri, Lösemi

KAN KANSERLERİ (LÖSEMİLER) Loserai” terimi beyaz kan, yani ak­yuvarlar açısından zengin kan anlamına gelir. Kanda akyuvar sayısının artma­sıyla seyreden lösemiler, kan kanserle­rinin yalnızca bir bölümünü oluşturur. Bu nedenle günümüzde, kan dolaşımın­da olgunlaşmamış ve tipik olmayan ak­yuvarların sayıca çok ya da az olmasına göre “lösemik kan kanseri” ve “alösemik kan kanseri” ayrımı yapılmaktadır.

Kan kanseri, çeşitli akyuvar hücre­lerinin üretildiği dokuları etkileyen bir tümör hastalığıdır. Dolaşımdaki kam et­kilediği gibi, sonuçlan çevre kanında belirgin biçimde görülmeyebilir. Has­talıktan etkilenen hücreler (granülosit-ler, lenfositler, retikülohistiyositler ve plazma hücreleri) denetimden çıkarak bağımsız hareket etmeye başlar ve kan hücrelerinin üretildiği organlara, ayrıca başka organ ve dokulara yerleşip yapı­sal yıkıma neden olurlar.

Bütün tümörler gibi kan kanserlerinin nedenleri açıklığa kavuşmamıştır. Ama araştırmalar, kan kanserine ne­yi olan ya da hazırlayan etkenler hak-ıda Önemli veriler sağlamıştır. Bunla-”lökomojen faktörler”, yani kan kan-rini hazırlayıcı etkenler adı verilir. ‘Bazı etkenlerin (Örneğin iyonlaştırıcı ışınım [radyasyon]) hastalığa neden ol­duğu kesin bilinmekle birlikte, bazıları henüz kanıtlanmamıştır. • Irk, yaş ve cinsiyete bağlı etkenler -Yirmi dört ülkede yapılan yeni bir araş­tırmaya göre kan kanserinden ölüm ora­nı 100.000'de 6'dır. Ama hastalığın gö­rülme sıklığı toplumlara göre değişir; beyazlarda, Afrika ve Uzakdoğu köken­lilere göre iki kat daha sık rastlanır. Kronik lenfositer lösemi Japonlar’da ve Çinliler’de hiç görülmezken, Yahudi-ler’de son derece yaygındır. Bunun ne­deni tam olarak bilinmemekle birlikte ırk, kalırım ve çevre etkenlerinin rolü tartışılmaktadır.

Hastalığın görülme sıklığı ile yaş arasındaki bağıntı çok değişkendir: Ya­şamın ilk 10 yılında artan görülme sıklığı, 3-5 yaşlarında en yüksek oranda­dır; hastalık 50 yaş sonrasında yemden sıklaşır ve 70-75 yaşlarında sıklığı ikin­ci kez doruğa ulaşır.Yaş İle hastalığın değişik tipleri ara­sında da bir bağıntı vardır. Çocuklarda akut lenfositer lösemiye sık rastlanır­ken, akut miyeloit tip ender görülür. Çocukluk döneminde hastalığın kronik biçimleri hemen hemen hiç görülmez. Orta yaşlarda akut ve kronik tipler yak­laşık olarak eşit orandadır, yaşlılarda ise kronik lenfositer lösemi ve akut mi­yeloit lösemi oranı belirgin biçimde ar­tar. Ama bütün lösemi türleri içinde, kötü gidişli akut tipler, ötekilerden da­ha sık görülmektedir.

Ayrıca hastalık, kadınlara göre er­keklerde belirgin bir biçimde daha yaygın Kan kanserinde kalıtsal etkenlerin Önemi konusunda tartışmalı görüşler vardır. Ama bugüne değin kalıtsal et­kenlerin önemini kanıtlayan kesin bul­gular elde edilememiştir. iyonlaştırıcı ışınım – İyonlaştırıcı ışı­nınım hazırlayıcı etkisi, insan ve hayvan­lar üzerindeki deneylerle kanıtlanmıştır.İnsanlarda ışınıma bağlı olarak geli­şen kan kanseri olguları uzun süreden beri bilinir.

Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından sonra sağ kalan insanlar üzerindeki yapılan araş­tırmalarda, ışınımın kan kanseri sıklığım önemli Ölçüde artırdığı, aynca ışınım miktarı ile kan kanseri arasında doğru orantılı bir ilişki bulunduğu açıkça kanıtlanmıştır. Kan kanseri­nin radyoloji uzmanı hekim­lerde başka insanlara oranla daha sık görüldüğü de bilinen bir gerçektir.

Kan kanserini hazırlayan başka dış etkenler – Uzun süre benzol etkisinde çalışan kişilerdeki akut miyeloit lösemi sıklığı, benzolün hastalık nedeni olduğu yolunda en kü­çük bir kuşku bırakmamaktadır. Başka maddelerle ilaçlann böyle bir rol oyna­yıp oynamadığı konusunda ise kesin bilgi yoktur.

Akut ve kronik olmak üzere iki tip kan kanseri vardır. Bu biçimler de, etki­lenen hücrenin tipine göre miyeloit ve lenfositer olarak kendi içinde ikiye ayrı­lır. Hücre tipine göre yapılan bu sınıf­landırmada, özellikle hastalığın akut bi­çimlerinde daha ender olarak öteki hüc­re tipleri de etkilenebilir. Böylece akut eozinofiler kan kanseri, bazofiler kan kanseri ve kloroma tabloları ortaya çı­kar. Burada, akut ve kronik terimlerinin hastalığın klinik tablosuyla değil, kan özellikleriyle ilgili olduğunu vurgula­mak gerekir.

AKUT KAN KANSERLERİ
Akut kan kanserlerinde başlangıç belir­tileri çok çeşitli olduğundan, hastalık tablosunu tanımlamak oldukça güçtür. Gene de hastalığın bulgu ve belirtileri­nin çoğu, kandaki değişikliklerden ve akut kan kanserinin yayılıcı özelliğin­den kaynaklanır.Olguların yansından çoğunda ilk be­lirti kanama eğilimindeki artıştır (kana­ma diyatezi).

Sık görülen ilk belirtiler arasında de­ri ve mukozalardaki purpuralar (mo­rumsu kırmızı küçük kanama odaklan) ile dişeti ve burun kanamalan sayılabi­lir. Kanama, herhangi bir organda da görülebilir. Örneğin, gözün ağtabakası, içkulak, dişler, beyin, beyin-omurilik zan (meninks), böbrek ve idrarkesesi, sindirim organlan ve akciğer zannda da kanamalara rastlanabilir.Ağır bir seyir izfeyen ateş, başlangıç­ta olguların üçte birinde görülürken, akut kan kanserlerinde her olguda gözlenir.

Tipik bir belirti de ağız ile yutakta kanamalı ve doku ölümüne bağh (nekrotik) değişimlerdir. Dil ve dudaklar kuru­yup çatlar; dişetlerinde şişme, kanama ve yer yer doku ölümü (nekroz) görülür; iç yanak mukozası ve damakta topluiğne başı büyüklüğünde kanama odaklan (pe-teşi) ile içi kan dolu keseciklere rastla­nır; büyüyen bademcikler kanamalı, mo­rumsu, gri-beyaz bir zarla kaplıdır.
Hastalığın ileri evrelerinde her ol­guda görülen kansızlık, başlangıçta belirgin olmayabilir, ama ilerleyici ni­teliği nedeniyle zamanla halsizlik, baş dönmesi, kalp atışlannda hızlanma ve yorgunlukla gelen nefes darlığı yara­tır.

Hastalığın başlangıcında ya da daha çok gidişi sırasında kanserli hücreler tüm dokulara yayılarak değişik ölçüler­de yıkıma yol açabilirler. En çok şu so­nuçlar görülür: Özellikle çocuklarda yer yer osteoliz (bölgesel kemik erimesi), osteoporoz (kemik dokusunun yoğunlu­ğunun azalması) ya da iskelet sistemin­de periost (kemik dış zan) tepkimesi, et­kilenen bölgeye göre değişik yerel felç­lerle ortaya çıkan sinir sistemi belirtile­ri, akut ya da daha çok belirtisiz başlayan beyin-omurilik zan tahrişine bağh lösemi menenjiti.

Akut kan kanserinin klinik belirtileri arasında son olarak da­lak, lenf düğümü ve karaciğer büyümesi dikkati çeker. Dalak büyümesi genellik­le ön planda değildir, hatta olguların yüzde 40'ında hiç görülmez. Aynı bi­çimde karaciğer büyümesi de belirgin değildir ve olguların önemli bir bölü­münde görülmeyebilir. Öte yandan, lenf düğümü büyümesi çocukluk çağı akut lenfositer lösemilerinde baş, boyun yan­ları ve göğüs bölgelerinde çok yaygın­dır.

Bunlardan da anlaşılacağı gibi akut kan kanserlerinin çok çeşitli klinik belir­tileri vardır. Bu belirtilerin en azından hastalığın başlangıcında tek tek ya da birkaçının bir arada görülebileceği dik­kate alınırsa, akut kan kanserinin kolay­ca başka hastalıklarla (enfeksiyon hasta-hklan, romatizma hastahklan vb) kanş-tınlabüeceği ve yanlış tam koyma olası­lığının yüksek olduğu anlaşılır. Akut kan kanserleri çok hafif ve değişken belirti­lerle ortaya çıksa da, kan tahlili yapılma­sını gerektiren bir ya da daha çok belirti mutlaka bulunur. Böylece tanıya yaklaşı­lır ya da en azından kan kanseri kuşkusu sağlam bir temel üzerine oturtulur.

İncelemeler
• Kan-kemik iliği incelemesi – Kan kanserinin tanısı ve hücre tipini belirle­mek açısından kaçınılmaz olarak en önemli inceleme kan ve kemik iliği in­celemesidir. Günümüzde kan kanseri sınıflandırmasında çevre kanının incelenmesi yeterli görülmemektedir; çevre kanı normale yakın olabilir ya da belir­siz değişiklikler gösterebilir. O yüzden kemik iliği ve lenf düğümü incelemele­ri de gereklidir. Böylece kan kanserinin hücre tipi ve hücrelerin olgunluk dere­celeri belirlenebilir.

Hücre biçimine göre çeşitli akut kan kanseri tipleri ayni: edilebilir. Bu sınıf­landırma klinik açıdan olanaksız görü­nürse de, çeşitli tiplerin, hücre biçimine göre aynı tedaviye farklı yanıtlar ver­mesiyle doğrulanmaktadır.
Akut kan kanserlerinde en Önemli bulgu kan ve kemik iliğindeki olağan­dışı hücrelerdir. Buna karşın akyuvar­lar ya da kemik iliği hücrelerinde her zaman sayısal değişildik görülmeyebi­lir.

Kanserli hücrelerde çoğunlukla Au-er cisimcikleri denen oluşumlar bulu­nur. Bu cisimciklerin görülmesi akut kan kanseri tanısını kesinJeştirdiği gibi, kanserin miyeloit tipte olduğunu da be­lirtir.

Gidişi
Kan kanserlerinde hastalığın gidişi ve sonlanması akut ve kronik biçimleri ile miyeloit ve lenfositer tipler arasında bü­yük değişiklik gösterir.
Ama kan bulguları, hastanın yaşı, hastalığın evresi ve uygulanan tedavi gibi çeşitli etkenlere göre, aynı hücre ti­pindeki kan kanserlerinde de gidiş ve buna bağlı olarak sonlanma çeşitlilik gösterebilir. Kana ilişkin ve kan dışı et­kenlerin iyi bilinmesi yanında dikkatli bir değerlendirme, oldukça sık yapılan iki hatayı önleyebilir.

Bunlardan ilki ve belki de en sık gö­rüleni, hastalığın kan kanseri olması ne­deniyle, daha başından sonucun kötü olacağını kabul etmek, ikincisi ise tam tersine hiçbir iyileşme şansı bulunma­yan olgularda aşın beklentilerle hastala­rı ileri uzmanlık merkezlerinde uzun ve bıktırıcı araştırmalarla oyalamaktır. Ağır gidişli ve kötü sonlanan akut kan kanserlerinde, hastalığın gelişiminin ön­ceden belirlenmesine ve gerçekçi bir değerlendirmeye yardımcı olacak bazı temel verileri incelemek gerekir.

Her şeyden Önce akut lenfositer lö­semi ve akut miyeloit lösemi arasında hastalığın gidişi açısından temelde bü­yük bir fark olduğu bilinmelidir. Akut lenfositer lösemilerde tam iyileşme yüzdesi (kemik iliği ve kan tablosunun normale dönmesi, tedavi ile hastalığın tüm belirtilerinin ortadan kalkması), miyeloit lösemilere göre belirgin ölçü­de yüksektir. Aynı biçimde iyileşme dönemi ve beklenen yaşam süresi de akut lenfositer lösemilerde daha uzundur.

Özellikle çocuklardaki akut lenfo­siter lösemide ilaç tedavisi neredeyse yüzde 100 tam iyileşme sağlamakta­dır. Geniş çaplı bir araştırmada tanı­dan 5 yıl sonra bile yaşayan hastalar bildirilmiştir. Bunların yüzde 60'ında hiçbir hastalık belirtisi görülmemiş ve hastalar tanıdan 8-20 yıl sonrasına de­ğin tümüyle normal bir yaşam sür­müştür. Ama 20 yıl yaşayabilen olguların oranının yüzde l’i aşmadığı gö­rülür.
Öte yandan akut miyeloit lösemiler­de çağdaş tedavi yöntemleri ve yeni ilaçlara karşın olumlu sonuç alınama­maktadır.

Tedavisi:
Duyarlı ve güç bir konu olan kan kan­seri tedavisi, kullanıma sunulan ilaçla­rın çoğalması ve uygulama alanındaki çeşitlilik nedeniyle daha da karmaşık­laşmaktadır. Ama kronik biçimler dı­şında, kaderci bir tutumla hastalığın ka-bullenildiği geçmiş dönemlere göre gü­nümüzde durum çok farklıdır: Artık hastalığın ilerleyişi uzun süre denetim altında tutulabilmekte ve bazen hastalık kesin olarak yenilebilmektedir. Kan kanseri tedavisi alanında tüm dünyada büyük çabalarla yeni ilaçlar bulunmak­tadır. Neredeyse her yıl, tedavide az da olsa ilerleme sağlayan yeni bir ilaç kul­lanıma girmektedir. Nedene yönelik te­davinin henüz geliştirilemediği kan kanseri türlerinde günümüzdeki tedavi­nin başlıca iki hedefi vardır: Olabildi­ğince çok sayıda kanserli kan hücresini yok ederek kan tablosunu normale dön­dürmek ve kan üretimindeki bozukluğu gidererek kanama, enfeksiyon gibi sık görülen komplikasyonlan önlemek.

Bu hedefleri gerçekleştirebilmek için eldeki tedavi olanaklarıyla çeşitli kanserli hücre tipleri yok etmeye çalışılir. Ayrıca destek tedavilerle hastalığın kan yapım ve bağışıklık sisteminde yol açtığı yıkım onanlıp önlenmeye çalışı­lır. Hayvanlar ve insanlar üzerindeki deneylerde kanserli hücre sayısı ile ya­şama süresi arasında doğru orantı oldu­ğu kanıtlandığından tedavide bu hücre­leri yok etmeye yönelik çabaların bü­yük önemi vardır.
Kan kanseri tedavisine karşı duyarlı­lık, hastalığın hücre tipine bağlı olarak değişir. Başlıca yöntemler fiziksel ve hormonal tedavi ile ilaç tedavisidir.

• Fiziksel tedavi – 1903'ten beri uygu­lanan ve uzun süre tek tedavi yöntemi olan iyonlaştırıcı ışınım, değişik biçimleriyle (röntgen tedavisinden yüksek enerjili radyoaktif izotoplarla yapılan tedaviye kadar çok çeşitlidir) kan kan­seri tedavisindeki en önemli fiziksel yöntemdir.Hastalığın daha çok kronik biçimle­rinde uygulanılan iyonlaştırıcı ışınım, ancak belli koşullarda uygulanırsa olumlu sonuç verir. Bu koşullar akut kan kanseri türleri için de geçerlidir.

• İlaç tedavisi (kemoterapi) – İlaç te­davisi günümüzde kan kanseri tedavisi­nin temelini oluşturur. Değişik biçim­lerde etki gösteren birçok ilaç kullanıl­maktadır. Birden çok ilacın birlikte kul­lanılmasıyla daha çok sayıda kanserli hücreyi yok etme eğilimi, günümüzde en yaygın tedavi anlayışıdır.
• Hormon tedavisi – Kortİkosteroit grubu ilaçların kan kanseri tedavisinde önemli bir yeri vardır. Hormon kökenli bu ilaçların olumlu etkileri iki biçimde görülür. Kan kanseri hücrelerine özel bi­çimde etki ederek kan yapımını uyarıcı, kılcal damarlar düzeyinde de kanamayı ve zehirlenmeyi önleyici etki gösterirler.

KRONİK KAN KANSERLERİ
Değişik hücre tipli akut kan kanserleri­nin tersine kronik kan kanserinde lenfo-siter ve miyeloit biçimler çok değişik klinik belirtilere yol açar. Lenfositer bi-Çİmde aşın dalak büyümesi belirgindir; miyeloit biçimdeyse bütün vücuttaki derin ve yüzeysel lenf düğümlerinde aynı anda belirgin bir şişme gözlenir. • Kronik miyeloit lösemi – Kronik miyeloit lösemi bir erişkin hastalığıdır; en çok 30-60 yaş arasında görülür, 25 yaş altında çok enderdir ve çocuklarda kesinlikle ayrıksı bir durumdur. Ayrıca kadınlarda erkeklerden daha sık rastla­nan tek kan kanseri biçimidir.
Bütün kan kanseri biçimleri arasın­da en belirtisiz başlayan türdür. Sıradan kan tahlili ya da check-up sırasmda rastlantıyla saptanan olgularda hastalı­ğın klinik belirtilerinin, kan tablosu de­ğişikliklerinden 2-3 yıl sonra ortaya çıktığı belirlenmiştir.

Hastalığın en temel bulgusu, belir­gin ve kimi zaman aşırı boyutlara ula­şabilen dalak büyümesidir. Dalak büyü­mesi görülmeyen olgularda kronik mi­yeloit tanısı çok kuşkuludur.En erken ve sık ortaya çıkan öteki belirtiler, karın ve sindirim sistemiyle ilgili olarak dalak büyümesinin yol açtı­ğı yakınmalarıdır (sindirim güçlüğü, karında gerginlik ve dolgunluk duygu­su, kimi zaman karnın sol yanında ağır­lık duygusu ve ağrı). Sistemik (genel) ya da karın ve sindirim sistemine iliş­kin belirtiler genellikle daha geç ortaya çıkar. Bunlarla birlikte görülen Öteki belirtiler kansızlıktan kaynaklanan ya­kınmalar (halsizlik, çarpıntı, nefes dar­lığı, baş dönmesi vb) ya da metaboliz­manın hızlanmasına bağlı bulgulardır (örneğin hızlı kilo yitimiyle birlikte ge­nel durumun bozulması). Kronik miye­loit lösemide kanda ürik asit artışı da sık görülür. Bunun sonucunda böbrek­lerde oluşan ürik asit taşları, ağrı nöbet­lerine yol açar.

• Kan tablosu – Kronik miyeloit löse­mide kan ve kemik iliğindeki en belir­gin özellik genel dolaşımda granülosit dizisinden olgunlaşmamış hücrelerin görülmesidir. Bu hücrelerde belirgin bir biçimsel olağandışılık bulunur. Kemik iliğinde ise ilik hücreleri belirgin Ölçü­de artmıştır. Akyuvar sayısında da önemli bir artış vardır, ama bu, çeşitli olgularda hatta aynı olguda büyük fark­lılık (15.000-500.000/mm3 arasında) gösterir. Akyuvar sayısının normal ya da normalin altında olması oldukça en­derdir; akyuvar sayısındaki artış hastalı­ğın neredeyse değişmez bir bulgusudur. Sayıları mutlak olarak artan akyuvarlar, miyelosit ve metamiyelositlerin çoğun­lukta olduğu nötrofîl granüloblastlar ve granülositlerden oluşur. Kronik miyelo-it lösemide görülen bu akyuvarlar nor­mal biçimlerim bir ölçüde yitirmiş, anormal yapıda hücrelerdir. Kemik ili­ğinde biçimsel anormallik gösteren gra­nüloblastlar arasında genellikle miyelo-sitler ağırlıktadır. Ama genel dolaşım kanında olduğu gibi kemik iliğinde de bu hücrelerin bütün oluşum evrelerinin görülmesi nedeniyle, akut kan kanserle­rinin önemli bir özelliği olan “lösemi hiatusu”na rastlanmaz. Granüloblast ar­tışı bütün hastalık dönemi boyunca de­ğişmeyen bir bulgudur. Öte yandan has-lalığın başlangıcına ait tipik bir bulgu olan belirgin megakaryosit artışı, hasta­lık boyunca azalma eğilimi göstererek ileri evrelerde normalin altına iner. Eritroblast serisindeki bozukluk ise hastalı­ğın başlangıcında görülmeyip ileri evre­lerde ciddi boyutlara vanr.Kemik iliğindeki bu değişikliklerle birlikte dolaşım kanında da trombosit sayısmda giderek azalma ve ağır kan­sızlık gelişir.

Hastalık tedavi edilmediğinde kro­nik bir gidiş gösterir: Tüm gelişim evre­lerinde akyuvar sayısında artış ile orta­ya çıkan alevlenme dönemlerini, kendi­liğinden iyileşme dönemleri izler; orta­lama yaşam süresi 3 yıldır. Ama yüzde 25 oranında 5-10 yıl yaşayan olgular da bildirilmiştir. Dalakta ilerleyici bir bü­yüme vardır, kansızlık giderek ağırlaşır ve genel durum kaşeksiye (zafiyet) va­racak ölçüde bozulur. İleri aşamada ka­nama ve enfeksiyonlar da gelişebilir.
Olguların çoğunda son evrede “akut terminal blastik kriz” adı verilen bir tab­lo gelişir. Çoğunlukla ani biçimde, ba­zen de yavaş ortaya çıkan ve önleneme­yen bu durum, akut kan kanserlerinin klinik ve kan belirtilerini andırır.
Günümüzdeki tedavi yöntemleriyle hastaların çoğunda normal yaşam ko­şullan, çalışma etkinliği ve klinik-kan tablosunda iyileşme sağlanabilmektedir.

Akut kan kanserlerinde olduğu gibi kronik miyeloit lösemide de gidişin önceden kestirilebilmesi için bazı özellik­lerin bilinmesi gerekir. Tanı aşamasın­da alyuvar sayısı normal ya da en azın­dan 3.000.000/mm3'ten yüksek, trom­bosit sayısı normal ve akyuvar sayısı belirgin ölçüde artmış (50.000/mm3'ten yüksek) olan hastalar genellikle daha uzun yaşar. Buna karşın kansızlığın hızlı gelişmesi, olgunlaşmamış hücre ve bazofil sayısının artması, dalak bü­yümesinin giderek ilerlemesi, lenf dü­ğümlerinin büyüyüp yüzeysel lenf bez­lerinin şişmesi, ışın ve ilaç tedavisine direnç gelişmesi, kötü gidişe işaret eden bulgulardır.
Kronik miyeloit lösemi tedavisi, da­lağın ışınlanması ve/ya da ilaç tedavi­sinden oluşur. Ayakta uygulanabilmesi ve ekonomik olması nedeniyle, ilaç te­davisi günümüzde daha yaygındır. Kan kanseri tedavisinin yarattığı sorunlar­dan biri de masrafların yüksekliğidir.

• Kronik lenfositer lösemi – Kronik lenfositer lösemi, öteki bütün kan kan­seri tiplerinden çok farklı klinik belirtiler gösterir. Hastalık çok yavaş gidişli-dir ve uzun süre hiçbir belirti görülmez. Hastalar genellikle başka nedenlerle yitirilir. Bu hastalığı öteki kan kanserle­rinden ayıran özellik, kanserli lenfosit­lerin normal lenfositlerden ayırt edile-memesidir. Görülme sıklığı yaşla bir­likte artan kronik lenfositer lösemi, ço­cuklarda hiç görülmez ya da ayrıksı bir durumdur; 40 yaşm altında ise çok en­derdir.

• Klinik tablo – Kronik lenfositer löse­minin başlıca klinik belirtileri, lenf dü­ğümlerinde büyüme, dalak büyümesi, genel durumun ve kan tablosunun gide­rek bozulması ve enfeksiyon biçiminde komplikasyonlardır.
Derin ve/ya da yüzeysel lenf dü­ğümleri genellikle iki yanlı olarak ve bir mandalinanın boyunu aşmayacak ölçüde büyümüştür; hareketli ve ağrı­sızdır, fisrülleşme görülmez. Dalak bü­yümesi kronik miyeloit lösemideki ka­dar belirgin olmasa da, hemen hemen her zaman görülür.Uzun süre iyi olan genel durum ve kan tablosu, hastalığın ileri evrelerinde giderek bozulur. Kanda antikor ve nöt-rofillerin azalması sonucunda, özellikle solunum ve idrar yolları enfeksiyonları gelişir. Sık gelişen bu komplikasyonlar, hastaların ölümüne yol açan başlıca ne­denlerdendir.

• Kan tablosu – Kronik lenfositer löse­mide kan ve kemik iliğinin başlıca özel­likleri, kanda lenfosit ağırlıklı bir akyu­var artışı ve kemik iliğinde az çok belir­gin lenfosit artışıdır.
Genellikle 100.000/mm3'ü aşmayan bir akyuvar artışı ön plandadır. Ama akyuvar sayısının normal ya da norma­lin altmda olduğu olgular da bilinmek­tedir.

Gene de lenfosit sayısının artarak dolaşımdaki akyuvarların yüzde 90-99'unu oluşturması tipik bir bulgudur. Bu duruma, akyuvar sayısı normal ve sağlıklı görünen kişilerde rastlanması son derece anlamlıdır. Lenfositlerin bü­yük çoğunluğu olgunlaşmıştır ve biçim bakımından normal lenfositlerden çok farklı değildir.
Kronik lenfositer lösemide lenfosit­ler, görünüşte normal biçimli olmaları­na karşın, işlevsel açıdan normal lenfo­sitlerden farklıdır.

Kemik iliğinde lenfosit egemenliği belirgin denebilecek ölçüdedir. Hastalık ilerledikçe lenfositler giderek çoğalır ve normal kemik iliği dokusuna tümüyle yerleşerek buradaki sağlam dokunun azalmasına neden olur. Bununla birlikte kansızlık ile genel dolaşımda granülosit ve trombosit azalması görülür.


• Hastalığın gidişi, sonlanması ve te­davisi – Alevlenme ve gerileme dönem­leriyle kronik bir gidiş gösteren kronik lenfositer lösemi, olguların çoğunda Çok yavaş ilerler. Hastalığın, tanı önce­sinde bazen hiç belirti vermeden uzun zaman varlığını sürdürmesi ve 10-20 ya da 25 yıl yaşayan hastaların bilinmesi, kronik lenfositer löseminin sanılandan daha yavaş geliştiğini düşündürmekte­dir. Gene de hastalığın çok değişken bir gidiş gösterdiği unutulmamalıdır. Sık rastlanan ve orta şiddette seyreden has­talık biçiminin yanı sıra iyi ve kötü huy­lu kronik lenfositer lösemiler de bilin­mektedir.

Genellikle ileri yaşlarda rastlanan iyi huylu kronik lenfositer lösemi, yıl­larca belirtisiz seyredebilir; lenf dü­ğümlerinde hafif büyüme, her zaman gözlenmeyen dalak büyümesi, genel durumun iyiliği ve lenfosit egemenli­ğindeki akyuvar artışı dışında normal görünen kan tablosu, hastalığın iyi huylu biçimine Özgü bulgulardır. Kötü huylu biçimlerde ise dalak ve lenf dü­ğümlerinde hızlı büyüme, ilk evreden başlayarak yüksek ateş, genel durumda hızlı bir bozulma, erken dönemde kan­sızlık ve trombosit sayısmda azalma görülür.

Ama bu hızlı gelişim, kötü huylu hastalığın kendisinden çok, hastalığa geç tanı konabilmiş olmasıyla açıklanabilir.
Sonlanmanın belirlenmesinde, kan tablosuna ait bilgiler çok önemlidir. Ağır kansızlık, trombosit ve granülosit sayılannm düşmesi, dikkatle değerlen­dirilmesi gereken verilerdir.Kronik lenfositer lösemi tedavisi de dalağa ışınım verme ve ilaç tedavisin­den oluşur. Ayakta uygulanabilen ilaç tedavisine günümüzde daha sık başvu­rulmaktadır.

Hyelofibrol
Kansızlık ve dalağın aşın boyutlarda büyümesi sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. Miyeloskleroz ya da osteomiyeloskleroz adı da verilen bu hastalığın nedeni bilinmemektedir. Miyelofİbroz, başka bir ender hastalıklar grubuyla (polisitemi, tronıbositemi [dolaşımdaki trombosit-lerin mnp'te milyonlara ulaşacak ölçüde arttığı bir hastalık]) birlikte miyeloproliferatif (kemik iliğinin dokusal ya da hücresel çoğalması) hastalıkları oluşturur. Miyeloflbrozda, kemik iliği dokusu giderek yerini bağdokusuna bırakır. Böylece kemik iliğinin hücre dokusu gide­rek azalır. Bu durumda vücut, kan yapım görevini anne kanımda oldu­ğu gibi dalağa yükler.

• Belirtileri – En temel ve tipik bulgu, aşın boyutlara (3-4 kg) ulaşa­bilen dalak büyümesidir; ilerleyici kansızlık bulgularına ek olarak za­man zaman çok şiddetli ağn da görülebilir. Tipik kan bulguları ara­sında kemik iliği biyopsisinde ilik dokusuna ve genellikle kana bile rastlanmaması önemlidir. Bu duruma “kuru ponksiyon” adı verilir. Çevre kanından hazırlanan örnekte, granülositlerin olgunlaşmamış ana hücreleri, dev trombositler ve özellikle anizopoikilositoz olgusu (alyuvarların biçim ve hacim açısından birbirinden çok farklı olması) görülür.

• Gidişi ve tedavi – Hastalık çok yavaş gidişlidrr; 10 yılı aşan olgular bildirilmiştir. Alyuvar yapımını en etkin biçimde uyarmak amacıyla yüksek dozda testosteron verilmesi ve dalağa düşük dozlarda bölüm-sel ışınım uygulanması, tedavinin temelini oluşturur. Bazı olgularda dalağın çıkartılması gerekebilir.

Lösemi Olan İnsanlarda Moral İçin Bilinmesi Gerekenler

Zehirli maddelere ya da ilaçlara bağlı bir kan hastalığı tanısı nasıl konur?

Cevap

Kan hastalığının tanısı laboratuvar verilerine dayanır. Bu hastalığın bir ilaca ya da kimyasal maddeye bağlı olarak ortaya çıktığım sapta­mak ise daha güçtür. Genellikle ilaç alımına bağlı kan hastalığı tamsı öbür olasılıklar elendikten sonra konur. Kan hastalığının tipine göre, kam oluşturan maddeler için zehirleyici etkisi olan ilaçların, belirtile­rin ortaya çıkmasından hemen önce ya da daha eskiden alınıp alınma­dığım saptamak çok önemlidir.

Soru

Kan hastalığına yol açan madde her zaman saptanabilir mi?

Cevap
Bunu saptamak bazen çok güçtür. Yakın dönemde kullanılan ilaçlar bile unutulabilir. Üstelik belirtilerin ortaya çıkmasına aylar önce kulla­nılan ilaçlar yol açmış olabilir. Bazı zehirli maddeler ise hastanın far­kına bile varmadan vücuda alınmış olabilir. Hekim zehirli maddelere bağlı bir kan hastalığından kuşkulanınca ısrarla kullanılan ilaçlan öğ­renmeye çalışır ve hastanın özgeçmişini dikkatle değerlendirir.

Soru

Laboratuvar incelemeleri aracılığıyla ilaçlara bağlı kan hastalığı tanısı konabilir mi?

Cevap
Kan hastalığını ortaya çıkarmaya yarayan bir dizi laboratuvar incele­mesi vardır. Bunlar büyük ölçüde genel kan tahlillerinden oluşur. Bu olağan incelemelerin yanı sıra daha özgül testler de yapılabilir. Bunla­rın tanı değeri tepkime tipine göre değişir ve özellikle alyuvar yıkımı­na bağlı kansızlıklarda yüksektir. Ama trombosit ve akyuvar eksikliği olgularında kısmen yararlı, bütün kan hücrelerinin yapımında azalma­ya bağlı kansızlıklarda ise pek yararlı değildirler.

Soğuk Algınlığı, Nezle

SOĞUK ALGINLIĞI VE NEZLE

Soğuk algınlığı ve grip sık sık birbi­riyle karıştırılan iki ayrı hastalıktır. Her iki hastalığın da etkeni virüslerdir. Bazı belirtilerinin benzer olmasına karşın gribi, birçok tipi bulunan belirli bir vi­rüsün yol açtığı hastalık olarak tanımla­mak daha doğru olur.

SOĞUK ALGINLIĞI YADA VİRÜS NEZLESİ

Soğuk algınlığı çeşitli virüslerin etken olduğu bir üst solunum yolları enfeksi­yonudur. Bu virüsler hastanın öksürük ve aksırığı ile çevreye yayılan damla­cıklar yoluyla bulaşır. Özellikle kış ay­larında sık görülen soğuk algınlığı, bu­run deliklerinin üst bölümünde ve ge­nizde kuruluk, yanma hissi, kaşıntı, hapşırma ile başlar. Çok geçmeden sulu ve saydam, daha sonra sarımsı ve koyu kıvamlı olabilen burun akıntısı görülür. Burun mukozasındaki şişmeye bağlı olarak burun tıkanıklığı gelişebilir.

Halsizlik, ürperirle, baş ağrısı ve kas ağrıları gibi genel belirtilere bazen 38°C’yi geçen ateş eşlik edebilir. Soğuk algınlığı, so­lunum yollarında örselenmeye bağlı olarak göğüste yanma hissi ve kuru ök­sürüğe de yol açabilir. Öbür belirtiler arasında ses kısıldığı, gözlerde ve ge­nizde kızarıklık sayılabilir. Genellikle ateş birkaç gün içinde düşerken, tam iyileşme için geçen süre de bir haftayı pek aşmaz.

Soğuk algınlığında hastalığın baş­langıç yeri olan burun boşluğu, mukoza denen ve üst katmanında havayı süzen kirpiksi uzantıların bulunduğu özelleş­miş epitel hücreleriyle döşenmiştir. Bu kirpiksi uzantılar mukus salgısıyla bir­likte bir çeşit temizlik işlevi görür. Bu­run delikleri içindeki kıllar burna giren iri toz taneciklerini tutar. Burun kılları­nı aşan tanecikler ise genize kadar uza­nan ve düzenli bir dalgalanma hareketi yapan kirpiksi uzantılar tarafından tutulurak dışarı doğru süpürülür. Epitel hücreleri aynı zamanda mukoza yüzeyininin nemli kalmasını sağlar.Burun mukozasının alt katmanında değişik görevler üstlenen hücreler ve salgı bezleri yer alır.

Bu hücreler burna dışarıdan giren yabancı maddelere yö­nelik bağışıklık tepkilerinde rol oynar. Salgı bezinin ürettiği burun salgısı (sümük) hafif asit yapısındadır ve lizozom adı verilen mikrop öldürücü tanecikler içerir. Bu nedenle burun sal­gısı mikroorganizmaların üremesini engeller. Burun yoğun bir damar ağına sa­hiptir. Burun mukozasındaki geçirgen kılcal damarlar genişleyip daralabilir. Bunlar, burna giren havanın nemlendirilmesini sağlar. Burundaki küçük top­lardamarların başlıca görevi İse burna giren havanın sıcaklığını ayarlamaktır.

Burundaki sinirlerin ve sinir uçları­nın başlıca önemi koruyucu refleks ha­reketlerinden kaynaklanır. Örseleyici maddelere karşı aksırma ve burun sal­gısı oluşur. Sempatik sinirler damar sistemini uyarır ve damarların büzül­mesini sağlar. Parasempatik sistem ise mukoza bezlerini uyarır ve damarları biraz genişletir. Sinirsel uyarıların yanı sıra iltihaplandırıcı maddeler ve örsele­yici etkenler de mukusun salgısını artı­rır.Soğuk algınlığında, burun tıkanıklı­ğına neden olacak kadar mukoza şişme­si ve salgı artışıyla birlikte burun muko­zası iltihabı söz konusudur. Bu durum rinit ya da yaygın adıyla nezle olarak bilinir.

İltihaplanma aksırma, burun içinde örselenme, koku duyusu kaybı ve burun tıkanıklığı gibi belirtilere yol açar. Genellikle gözlerde kızarma, göz kapaklannda hafif şişlik gibi belirtiler de görülür. Enfeksiyon dışında kimya­sal örselenme ve alerji gibi etkenlerin burun mukozasında yol açtığı iltihap­lanma ise soğuk algınlığından bağımsız bir biçimde gelişebilir.Soğuk algınlığında burun mukozası­na ulaşan virüsler, burada çoğalarak hastalık yapıcı etkilerini gösterir. So ğuk, örseleyici tozlar, hava kirliliği, alerjik durumlar ve genel bağışıklığın azalması gibi burun mukozasının direncini azaltan koşullar virüslerin burna yerleşmesini kolaylaştırarak soğuk al­gınlığında etkili olur.

Soğuk algınlığının kuluçka dönemi genellikle 24-48 saattir. Hastalığın ilk gününde hastanın soğuk algınlığını bu­laştırma olasılığı çok yüksektir. Soğuk algınlığı iyileştikten sonra virüse özgü bağışıklık kazanılır. Ama soğuk algınlı­ğına yol açan çok sayıda virüs bulundu­ğundan aynı kişi yıl boyunca farklı vi­rüslerle birkaç kez soğuk algınlığına yakalanabilir.Soğuk algınlığında hastanın kanında akyuvar sayısı azalabilir (lökopeni) ve idrarında protein bulunabilir (proteinü-ri). Gargara yapılan suda virüs üreyebi­lir ve enfeksiyondan 2 hafta kadar son­ra hastanın kanında virüse karşı oluş­muş antikorlar görülebilir.

Soğuk algın­lığı kendiliğinden iyileşebilir ya da bak­teri enfeksiyonlarının eklenmesiyle za­türree (pnömoni), akut sinüs iltihabı (si­nüzit), ortakulak iltihabı ve bronşit gibi hastalıklara yol açabilir. Bu nedenle özellikle ağır geçen soğuk algınlıkların­da dikkatli olmak gerekir.Virüs ya da bakterilerin etken oldu­ğu birçok enfeksiyon hastalığı da sıra­dan bir soğuk algınlığı gibi başlayabilir.

Kızamık, kızıl, tifo, bruselloz (Malta humması) ve çocuk felcinin başlangı­cında soğuk algınlığı belirtileri gözle­nir. Bu nedenle soğuk algınlığının gidişi iyi izlenmeli ve herhangi bir ağırlaşma görüldüğünde hekime başvurulmalıdır.Soğuk algınlığında ilaç kullanımı genellikle yararsızdır. Erken dönemde alınmaya başlandığında bazı ilaçlar nezle be­lirtilerini hafifletici etki gösterir. C vita­mininin vücut direncini artırarak soğuk algınlığında yararlı olduğu ileri sürülmüşse de bu konuda kesin kanıtlar yok­tur. Bileşiminde burun tıkanıklığını gi­deren mukus çözücü maddelerin, ağrı kesici, ateş düşürücü ve burun salgısını azaltan maddelerin bulunduğu ilaçlar hastanın yakınmalarını hafifletir.

Aynı biçimde burna ilişkin yakınmaları hafif­leten damlalar, boğazda kuruluk ya ağ­rıyı gideren pastiller, solunum yollarını nemlendirici buğular ve öksürük kesici şuruplar yarar sağlayabilir. Çorba ve ıh­lamur gibi ılık içecekler de hastanın du­rumunda bir rahatlama sağlar. Soğuk algınlığında hastalığa bakteriler eklenmemişse antibiyotik kullanılmamalıdır.

Çünkü antibiyotikler virüslere karsı et­kili değildir. Ateşin 4 günden fazla sür­mesi, öksürükle birlikte sarı yeşil renkli balgam çıkarılması ve kanda akyuvar artışı hastalığa bakterilerin eklendiğini gösterir. Ayrıca kronik bronşit gibi bir solunum yolu enfeksiyonu olanların so­ğuk algınlığına yakalanmaları duru­munda koruyucu olarak antibiyotik ve­rilebilir.Sık soğuk algınlığına yakalanan hastalarda bu durumu kolaylaştırıcı et­kenlerin ortadan kaldırılması önemlidir. Çocuklarda adenoit (geniz bademcikle­ri), erişkinlerde burun orta bölmesi eğ­riliği (deviasyon) ve burun içindeki do­kuların aşırı büyümesi, soğuk algınlığı­na yatkınlık nedenidir.

BAKTERİ NEZLESİ

Streptokok, stafılokok, ve pnömokok gibi bazı bakteriler burun boşluğuna yerleşebilir ya da solunan havayla bur­na girebilir. Soğuk algınlığı örselenme nedeniyle burun boşluğundakı dokula­rın savunma gücünü azalttığında, bu bakteriler burun mukozasında çoğalabi­lir.Bakterilerin burun içinde çoğalma­sı, zarar verme etkinlikleriyle birleşti­ğinde bakteri nezlesine neden olur. Bu durum, basit soğuk algınlığı sonrasında gelişen tipik bir komplikasyon olarak ortaya çıkabilir.
Soğuk algınlığından farklı olarak, bakteri nezlesinde aksırma nöbetleri da­ha seyrektir. Burun salgısı koyu kıvam­lı ve irinlidir.

Işıklı bir alet olan rinoskop yardımıyla burun içme bakıldığın­da, burun mukozasının kızarmış) şiş ve yoğun salgı ile örtülü olduğu saptanır. Mikroskopta burun salgısının mukoza hücreleri, bakteriler, kan damarlarından gelen akyuvarlar ve mukoza salgıbezle-rinin ürettiği mukustan oluştuğu görü­lür.Genel belirtiler hafif olabilir. Ama burun orta bölmesi eğriliği ve adenoit büyümesi gibi nezleyi kolaylaştırıcı ya­pısal bozukluklar varsa iltihap birkaç hafta sürebilir.İltihabın burun boşluğuna komşu olan sinüslere ve başka bölgelere yayılması sonucu bakteri nezlesi çeşitli komplikasyonlara yol açar.

VAZOMOTOR NEZLE

Soğuk algınlığında belirtilerin etkeni virüslerdir. Genellikle çiçektozları (polen­ler) başta olmak üzere, vücudun bazı maddelere karşı duyarlılık kazanması sonucu ortaya çıkan alerjik nezleye bir sonraki başlık altında yer verilmiştir. Bu maddelerin burun mukozasıyla te­ması bir antijen-antikor tepkimesine yol açar. Histamin ya da histamin benzeri maddeler hücrelerden açığa çıkar ve bu­na bağlı olarak hapşırma nöbetleri, bu­run tıkanması, bol, sulu burun akıntısı ı gibi belirtiler ortaya çıkar.
Vazomotor terimi genel olarak oto­nom sinir sistemi kökenli damar hareketleri için kullanılır.

Alerjik nezleye benzeyen Özellikleri olan, bu nedenle yalancı alerjik nezle adıyla da bilinen vazomotor kökenli nez­le, bu hastalığa yatkınlığı olan kişilerde görülür. Vazomotor nezle, özellikle so­ğuktan sıcağa çıkma, gaz, toz ya da örse­leyici duman gibi etkenlere bağlı olarak ortaya çıkabilir. Bazı olgularda adet gör­me, gebeliğin ilk ayları, menopoz, tiroit hormonu fazlalığı gibi içsalgı sistemin­deki değişiklikler, otonom sinir sistemi­ne ilişkin denge bozuklukları, karaciğer yetmezliği, yerel enfeksiyon ve hafif şeker hastalığına bağlı metabolizma bo­zuklukları ve heyecanlanma gibi ruhsal uyaranlar vazomotor nezlede rol oynar.

Bu nezle tipine yatkınlığı olan kişi­lerin burnunda vazomotor reflekslerin belirgin olduğu ve alerjik bir uyarı bu­lunmadığı zaman bile histamin ya da histamin benzeri maddelerin açığa çık­tığı, buna bağlı olarak klinik belirtilerin görüldüğü kabul edilir.Belirtiler alerjik nezledekilere ol­dukça benzer: Saydam ve bol miktarda burun salgısının yanı sıra burun tıkanması ve aksırık nöbetleri görülür.

Vazomotor nezlede nöbetlerin dü­zensiz oluşu alerjik nezleyle ayrıcı ta­nıya yardımcı olur. Bu nöbetler birkaç dakikadan birkaç saate değin sürebilir ve değişken aralıklarla yinelenir. Öbür ayırt edici özellikleri arasında nöbetlere yol açabilecek alerjen işlevi gören çiçektozları ya da başka maddelerden ba­ğımsız gelişmesi ve alerji testlerine olumsuz yanıt vermesi sayılabilir. Te­davisi soğuk algınlığında olduğu gibi belirtilere yöneliktir.

ALERJİK NEZLE


Alerjik nezle burun mukozasında şiş­me, kızarma, kaşınma ve aksırık nöbet-leriyle kendini belli eden bir hastalıktır. En sık rastlanan alerjik durumdur. So­lunum yollanyla alınan alerjenlerin ya­nı sıra besinlerle alınan alerjenler de alerjik nezleye yol açabilir. Alerjik nez­le, hastayı son derece rahatsız eder. Öğ­rencilerin okula, çalışan insanların işle­rine gidememesine neden olur. Genel­likle çocuklarda ve gençlerde görülür. Yaklaşık olarak hastaların üçte birinde 10 yaşından önce ortaya çıkar. Erkek­lerde en çok 10-19, kadınlarda ise 20-30 yaşlan arasında görülür.Alerjik nezlenin saman nezlesi gibi akut ve kısa süreli biçimleri ve mev­simsel ya da yineleyen nezle adıyla bi­linen kronik biçimleri vardır.

Bazı has­talarda ikisine birden rastlanabilir. Akut alerjik nezle, alerjik nezlenin en sık rastlanan biçimidir. Genellikle okul çağlannda ve 50 yaşın altındaki erişkin­lerde görülür. Ağızdan soluma ve bu­runda kızarıklık gibi hastalığa eşlik eden belirtilere rastlanabilir. Alerjik nezlenin ortaya çıktığı kişilerin ailesin­deki öbür bireylerde de alerjik durumla­ra oldukça sık rastlanır. Görülme sıklığı havada çiçektozlarının uçuştuğu bahar ve yaz aylarında artar. Ağaç çiçektozları baharda ortaya çıkan belirtilerden, ot­su bitkilerin çiçektozları bahar ve yaz aylarındaki belirtilerden, mantar sporları ve küfler ise sonbaharda ortaya çıkan belirtilerden sorumludur. Sonuç olorak alerjik nezle, etken maddeye bağlı ola­rak yıl boyunca görülebilir.

Başlıca belirtileri, çiçektozlarının yoğun olduğu günün erken saatlerinde ortaya çıkan aksmk, burun akıntısı, burun tıkanıklığı, genizde yanma, Öksü­rük, göz ve kulakları ilgilendiren belirti­lerdir. Ayrıca yorgunluk, ruhsal çökün­tü, tat ve koku duyusu kaybı, iştahsızlık gibi çeşitli belirtilere rastlanabilir. Mua­yenede burun mukozasının kızarık ve şiş, burnun tıkalı olduğu, burun salgı­sında bol miktarda eozinofil (bir tür ak­yuvar), serumda yüksek düzeyde E tipi immünglobulin bulunduğu saptanır.Saman nezlesi günün erken saatle­rinde bütün şiddetiyle ortaya çıkar. Ak­şam saatlerinde havanın serinlemesiyle birlikte havadaki çiçektozu hareketleri en alt düzeye iner. Alerjik nezle olgula­rı her zaman saman nezlesi mevsiminde ortaya çıkmaz. Alerji öyküsü olan kişi­lerde genel nezle belirtileri yılın herhan­gi bir öneminde görülebilir.

Hastanın duyarlı olduğu ev tozu, hayvan tüyü, küf, duman, tozlar, çeşitli sebze protein­leri gibi alerjenler hastalığa neden ola­bilir. Bu durumda kronik alerjik nezle söz konusudur.Kronik nezlede de akut nezle belirti­leri görülür. Bu hastalarda sinüzite bağ­lı baş ağrısı olabilir. Sürekli olarak bu­run arkasından genıze doğru akıntı, bu­rada bakterilerin üremesine uygun bir ortam yaratarak sık sık üst solunum yo­lu enfeksiyonlarına yol açabilir.Alerjik nezleye bakteri enfeksiyonu eklenirse burun akıntısı sarımsı yeşil bir renk alır. Ortaya çıkabilecek belirtiler­den olan burun polipleri, burun ve sinüs mukozasına ince bir sapla bağlı su dam­lası görünümünde oluşumlardır. Tek ya da kümeler halinde bulunabilirler. Kan damarlarının genişlemesi, doku şişme­si, histamine bağlı tepkimeler polip olu­şumunda önemli etkenlerdir.

Alerjik Nezlenin Oluşum MekanizmasıBurun boşluğunu çevreleyen mukoza altında bulunan mast hücreleri (heparin, histamin gibi maddelerin oluşum ve depolanmasıyla ilgili bir çeşit bağ-doku hücreleri), alerjenlerle temasın yüksek olduğu dönemlerde epitel yüze­yine göç eder. Mast hücrelerinin üze­rinde bulunan E tipi immünglobulinle-re alerjenler bağlanınca, bu hücreler­den çeşitli aracı maddeler salgılanır. Aracı maddeler antijen-antikor tepki­mesine yol açar. Bu aracı maddelerin başlıcalan histamin, nötrofil kemotak-tik faktör (NCF), eozinofil kemotaktik faktör (ECAF-A), trombosit uyarıcı faktör ve prostaglandinlerdir.

Hista­min, burundaki erken belirtilerin ortaya çıkmasında etkilidir.Histaminin açığa çıkmasına bağlı olarak burunda duyarlı sinir uçlarının uyarılmasıyla gelişen refleksler sonu­cunda aksırık, parasempatik refleks ha­reketine bağlı salgı artışı ve histaminin damar geçirgenliğini yükseltmesiyle mukozada şişmeye bağh burun tıkanıklı­ğı oluşur. Histaminin bu etkileri çok hız­lı ortaya çıkar. Mukozanın zamanla uyaranlara karşı aşın duyarlılık kazanma alerjik nezlenin Önemli bir özelliğidir.

Tanı
Hastanın geçmişinde alerjik nezle kınmaları vardır. Klinik belirtilerin yanı sıra rinoskopi (burun boşluğunun alet görerek incelenmesi) ve sinüs filmi tanıya yardımcı olur. Laboratuvar incelenmesi olarak deri testleri, serumda E tip immünglobulin ölçümü ve eozinofil sa yımı gibi testler uygulanabilir.

Tedavi

Hastalar yakındıkları belirtilerden an önce kurtulmak istediklerinden, davide yeğlenen ilaçlar antihistaminik-1 ler ya da burun tıkanıklığı ve akıntıyı, gideren ilaçlardır. Bu tedaviden yanıt] alınamadığında steroitlere, sodyum krc moglikata, bazen de alerjene karşı özel olarak hazırlanan aşılarla duyarsızlaştır­ma tedavisine başvurulur. Bu arada alerjenlerden sakınılması gerçek anlam­da korunma sağlayacağından, deri test­leriyle saptanacak alerjenler ortamda uzaklaştırılmalı ya da bu maddelerde uzak durulmalıdır.

Komplikasyonlar
Tam ve düzenli uygulandıklarında aler­jik nezleye yönelik tedavilerden yete­rince iyi sonuç alınabilir.
Alerjik hasta, ilk başarısız tedavi gi­rişiminden sonra tedaviden Vazgeçme­melidir. Tedavi edilmeyen alerjik nezle kronikleşir ve bir süre sonra hastalık belirtileri süreklilik kazanır. Alerjik nezle iyi tedavi edilmezse solunum yol­larında komplikasyonlara yol açabilir. Bunlardan başhcalan kronik sinüzit, kronik burun-yutak iltihabı, burun poli­pi ve bronş astımıdır.Günümüzde bu tip komplikasyon­lar önlenebilmektedir. Alerjik hastalık­lara yatkınlığı olduğu saptanan çocuk­larda alerjen maddelerin araştırılması ve bunların ortamdan uzaklaştırılması gerekir

Soru

Burun damlaları ve spreyleri zararlı mıdır?

Cevap
Damar büzücü burun spreyleri ya da damlalar ve buğu solunması be­lirtileri geçici olarak hafifletebilir. Soğuk algınlığı nedeniyle burun mukozası tüylerinin etkinliği azaldığından yerel damar büzücüler, belirtileri hafifletmesine karşılık iyileşmeyi geciktirir. Küçük çocuk­larda adrenalin türevlerini içeren damar büzücü ilaçlar kullanılma­malıdır. Çünkü bu tür ilaçlar merkez sinir sisteminde zararlı etkilere yol açar.

Soru

Burun damlaları ve spreyleri zararlı mıdır?

Cevap
Damar büzücü burun spreyleri ya da damlalar ve buğu solunması be­lirtileri geçici olarak hafifletebilir. Soğuk algınlığı nedeniyle burun mukozası tüylerinin etkinliği azaldığından yerel damar büzücüler, belirtileri hafifletmesine karşılık iyileşmeyi geciktirir. Küçük çocuk­larda adrenalin türevlerini içeren damar büzücü ilaçlar kullanılma­malıdır. Çünkü bu tür ilaçlar merkez sinir sisteminde zararlı etkilere yol açar.

Baş Ağrıları

Baş ağrısı çok çeşitli hastalıklarla birlikte ortaya çıkabilen bir belirtidir. Genellikle basit rahatsızlıkların, ama bazen de ağır hastalıkların belirtisidir ve bu nedenle küçümsenmemelidir. Baş ağrısının nedenlerinin aydınlatılması çok önemlidir.

Tıbbi uygulamada baş ağrısının bir­biriyle ilişkili üç ana biçiminden söz edilir: Bütün başın içinde tam bir ağrı­nın görüldüğü olgular, yüzeysel nitelik­te ağrının bir duyu siniri boyunca yayıl­dığı olgular ve başın genellikle bir ya­nında migren tipi ağrının görüldüğü ol­gular. Migrende ruhsal ve görsel bozuk­luklarla bulantı ve kusma gibi genel be­lirtiler birlikte görülür. Baş ağrıları bir başka ölçüte göre de iki grupta toplanır. Birinci grupta tanısı yalnız hastadan alı­nan öyküye dayanan migren ve gerilim tipi baş ağrıları yer alır.

Öbüründe ise tanının muayene ve bazı incelemelerle konduğu kafaiçi hastalık süreçleriyle, genel hastalıklarla ya da yerel hastalık­larla birlikte görülen baş ağrıları bulu­nurbir süre için bir gözde görme alanını sı­nırlayan canlı bir ışık çizgisi (parıltılı skotom) belirir; bu görme kusuru başın karşı tarafında ağrı başlayınca ortadan kalkar.

Ağrı şiddetli, zonklayıcı ve ilerleyi­ci özelliktedir. Başlangıçta gözün üze­rinde yoğunlaşır, sonra şakak bölgesine yayılır. Migrenin tuttuğu baş yansında deri duyarlığı artmıştır; deriye dokun­mak ya da en küçük baş hareketleri ağ­rıyı başlatabilir. Hasta ses ve ışığa karşı da aşın duyarlılaşır; bu nedenle sessiz ve karanlık bir ortam ister. İştahsızlık görülür. Bulantı, kusma ve halsizlik sık görü­len öbür belirtilerdir.

Migren nöbetlerinin süresi çok de­ğişkendir; kısa süreli nöbetler birkaç sa­atten 12-24 saate kadar, ağır migren nö­betleri ise birkaç gün sürebilir.
Aşırı idrar çıkartılan hızlı bir çözül­me dönemiyle nöbet biter. Migrenden hiçbir iz kalmayan hasta normal yaşa­mına döner.

ÇEŞİTLİ BAŞ AĞRILARI
Baş ağrısının birçok çeşidi vardır. Baş ağrısı yaralanma, iltihap, tümör, damar bozuklukları gibi yerel ya da metabolizma hastalıkları, zehirlenmeler, yüksek tansiyon gibi ge­nel nedenlerle ortaya çıkabilir. Ruhsal gerginlik ve çatışmalardan ya da yor­gunluktan kaynaklanabilir. Çeşitli ana­tomik yapıların uyarılması da baş ağrı­sına neden olur. Bunlar arasında başın derisi ve derialtı dokusu, kafadaki kas­lar, kafatasını Örten bağ doku yapısında­ki zar, kafatası içindeki toplardamar sinüsleriyle bunlara dökülen büyük top­lardamarlar, beyin ve omuriliği saran zarlarla (meninks) onlan besleyen atar­damarlar, ağrı uyarılarnı merkeze taşı­yan kafa sinirleri lifleri, trigeminus, dil-yutak ve vagus sinirleri ile İlk üç boyun omuru siniri sayılabilir.

Ayrıca burun, kulak ve göz hastalıkları baş ağ­rısı yapabilir. Traksiyon (çekme) teda­visi, ağrıya duyarlı damar, sinir, me­ninks gibi anatomik yapıların gerilmesi ve/ya da baskıya uğraması da baş ağrısını başlatır. Organik nedenlerin yanında ruhsal ve duygusal nedenlere bağlı baş ağrıları da vardır. Bunaltı, ruhsal çöküntü ve histerik olgularında baş ağrı­sı çok sık görülür. Bazı kişilik özellik­leri de baş ağrısı olasılığını artırır.

Baş ağrısına eğilimli insanlar genellikle sı­kıntılı, katı, yalnızlığı seven, üstbenliği fazla gelişmiş, kusursuzluk arayan ve sürekli hoşnutsuzluk içinde kişilerdir. Baş ağrısı bilinçaltı ruhsal çatışmaların bir dışavurumu da olabilir; uzun süre bastırılmış düşmanlık duygularının be­densel yakınmalara dönüşmesiyle orta­ya çıkabilir. Organik ve ruhsal-duygusal etkenlerin yanı sıra birçok baş ağrısını beyin damarlarının noradrenalin, adrenalin, serotonin, histamin gibi sinir ileticisi kimyasal maddelere aşırı duyarlılık kazanmasına ve ağrı kesici özellikteki endorfin salgısının azalma­sına bağlayan bir kuram gittikçe ilgi toplamaktadır.

Tedavi

Baş ağrısı çok çeşitli ve karmaşık ne­denlere bağlı olarak ortaya çıkabilir. Ama ilgili yapıların geçici ya da kalıcı hastalıklarının ve baş ağrısı yapabilecek genel ve yerel hastalıkların doğru tanı­sı, tedavi açısından çok önemlidir. Ta­nıya yardımcı olabilecek hiçbir ayrıntı göz ardı edilmemelidir.
Tedavi yöntemi büyük ölçüde tanıya bağlıdır. Baş ağrısı yalnızca çeşitli ilaç ve genel önlemlerle hafifletilebilen bir belirti değildir; Öncelikle onu yaratan nedenin bulunup giderilmesi gerekir.

Bununla birlikte temel nedeni bul­mak genellikle çok zordur; dolayısıyla da tedavide çoğu kez deneme-yanılma yöntemine başvurulur. Bu yöntem an­cak temel bir ilkenin gözetilmesi koşu­luyla uygulanabilir. Yani bütün ilaçların zehirleyici etkisi olduğu dikate alınarak hekim gözetimi altında sürdürülen teda­vide en hafif etkili ilaçla başlanarak en ağır etkisi olana doğru adım adım ilerlenmesi zorunludur. Kuşkusuz ilaç teda­visinden önce ve onunla birlikte hekim­le hastanın el ele vererek hastalığı önle­me olanaklarını araştırmaları ve hasta­nın ilaç dışı savunma yeteneklerini ge­liştirmeye çalışmaları gerekir.

Birçok baş ağrısı aşırı beslenmeye ve özellikle çok miktarda alkol almaya bağ­lıdır. Bu durum saptandıktan sonra ön­lem alınması kolaylaşır. Besin alerjisi­nin bazen örtük biçimde de olsa sık sık baş ağrısına yol açtığı unutulmamalıdır.

Başta tahıllar, portakal, yumurta, çay, kahve, çikolata, süt, et, buğday, şeker (şekerkamışı şekeri) ve maya olmak üze­re çeşitli besinler alerji sonucu baş ağrısı yapabilir. Baş ağrısının besin alerjisin­den kaynaklandığı kuşkusu varsa hasta­ya en az bir hafta boyunca yalnız alerji yapma olasılığı düşük besinler verilir. Ardından alerji yapan besinleri saptama­ya yönelik bir plan uyarınca bu besinler yavaş yavaş beslenme programına alınır. Böylece alerji yapan besinler saptanır ve bunlar beslenmeden çıkarılınca baş ağrıları ortadan kalkar. Alerji kökenli baş ağ­rılarının doğum doğum kontrol hapları, sigara dumanı ve migren tedavisinde kullanılan ergotamin (bir çavdarmahmuzu alkaloi­ti) gibi ilaçların etkisiyle arttığı ya da da­ha kolay başladığı da unutulmamalıdır.

Düzenli yaşama, aşırı içki ve sigara­dan kaçınma, yeterince dinlenme, rahat bir ortamda çalışma ve arada yeterli be­densel etkinlik yapma gibi genel önlemler baş ağrısında çok yararlıdır. Hoşgö­rü ve içtenliğe dayalı insan ilişkileri de günümüz dünyasında zor bulunmakla birlikte hastaları çok rahatlatır.
İlaç tedavisine gelince, bu konuda izlenebilecek birçok program vardır. Ayrıca hastaların kendi kedilerine ilaç kullanmaları çok yaygındır. Ama ne ka­dar yaşanmış deneyimlere dayanırsa dayansın her tedavi yönteminin eleştiriye açık yanları vardır ve hangi ilaca önce­lik tanınırsa tanınsın, en zararsız görü­len ilacın bile istenmeyen etkileri olabi­leceği unutulmamalıdır.

Aşırı yorgunluk, geçici çatışmalar gibi nedenlere bağlı olağan baş ağrıları 24 saat içinde ağız yoluyla üç dört kez 0,5 gr aspirin alınarak geçirilebilir; bu arada baş ağrısını kolaylaştıran alkol, sigara, ruhsal karışıklık gibi etkenler­den korunmak gerekir. Âdet öncesi gö­rülen baş ağrısı, adet kanamasından ön­ceki sekiz gün boyunca idrar söktürücü bir ilaç alınarak Önlenebilir; bu yöntem baş ağrısını hazırlayan sürecin âdet ön­cesi dönemde vücutta sıvı tutulması ol­duğu varsayımına dayanır.

İdrar söktü­rücü alınırken aynca sıvı ve tuz alımı sınırlanmalıdır. Doğum kontrol hapları da dikkatle kullanılmalıdır. Doğum kontrol hapı kullanan kadınlarda baş ağrıları sıklaşır ve şiddetlenir. Âdet ön­cesi sendromda olduğu gibi bu durum­da da baş ağrısının nedeni prolaktin sal­gısının artması olabilir; prolaktin salgı­sı bu kez haplardaki hormonların etki­siyle arttığından doğum kontrol hapı kullanımına son verilmelidir.

Boyun omurlanmn artrozuna bağlı olarak özel­likle sabahları artkafa bölgesinde duyu­lan şiddetli baş ağrısı, 0,5 gr aspirinle hemen geçebilir. Ancak boyun omurlarındaki hastalığı beden eğitimi ve fizik tedaviyle gidermek daha doğrudur. Kas gerilimine bağlı baş ağrıları sıcak ban­yo, hafif masaj ya da kas gevşetici ilaç­larla gerginliğin giderilmesiyle iyileşir.

Baş ağrısını başlatan ya da şiddetlendiren nedenlerin öncelikle ruhsal-duygusal nitelikte olması durumunda psikoterapiye başvurulmalıdır.
• Akupunktur- Akupunkturla ağrı gide­rilmesinin biri refleks, öbürü sinir-salgı sistemi etkisine bağlı olmak üzere iki ayn yolu vardır. Refleks yoluyla etki, belirli bir bölgeye verilen özgül bir uyarıya sinir sisteminin yanıtıdır.

Bu yanıt ilgili organın duyu, gerginlik, hareket ve damarlanmasında değişiklik yaparak ağrıyı giderir. İkinci yol akupunktur uyarı­sıyla organizmada endorfinlerin belirgin biçimde artmasıdır. Endorfinler beyinde üretilen morfin kadar güçlü ağrı kesici maddelerdir. Belirli noktalar akupunk­turla uyarıldığında sinîr-iç salgı sistemi harekete geçerek ağrı uyarısının etkisizleştirilmesini sağlar. Akupunktur ağrı yerindeki ya da uzağındaki standart nok­taların 30 dakika süreyle 4-10 kez uyarılması biçiminde de uygulanabilir. En başarılı (yüzde 75) sonuçlar kas gergin­liğine bağlı ağrılarda elde edilmiştir; bu­nu migren (yüzde 50) ve bileşik etkenli baş ağnlan (yüzde 35) izler. Akupunk­tur uygulaması bütün hastalarda ilaç kul­lanımını azaltmaktadır.

• Hipnoz- Hipnoz ağrı kesici olarak anestezi, psikoterapi ve hastayı gevşet­me amacıyla kullanılabilir. Otonom si­nir sistemine ve bilinçaltına doğrudan girilerek içgüdüsel eğilimlerin açığa çıkarılmasım sağlar. Hipnotik yanıt bey­nin düş gücü ve düş kurmayla ilgili sağ yarısının bir İşlevi olabilir. Baş ağrısı çeken bir hastada hipnozun amacı ağrıyı ortadan kaldırmak ya da hafifletmek­tir. Bunun için hastaya, baş ağrısına en uygun biçimde müdahale etme yeteneği kazandırılmaya çalışılır. Böylece hasta ağrı uyarısını algılar, ama acı duymaz ve nöbetlerini daha iyi denetlemeyi öğ­renir (otohipnoz). Hipnoz psikoterapide de kullanılır.

Davranış tedavisinde doğ­rudan telkin edici hipnoza ve duyarsız­laştırma yöntemlerine başvurulur. Hipnoanalizde hastanın olayın geçtiği yeri düşlemesi, düşlerini ortaya koyması, o ana ilişkin duygularını canlandırması, deneysel çatışmaları yaşaması ve geç­miş yıllara dönmesi amaçlanır. Psikosomatik tıpta hipnoz bedende birikmiş enerjiyi harekete geçirmek ve benliğe doğrudan ulaşmak amacıyla da kullanı­labilir, Ama hipnoz mucizeler yaratan bir teknik değildir; hastayı çok iyi tanımayı, belirtilerini anlamayı gerektirir.

• Biyolojik geribesleme: Biyolojik ge­ribildirim olarak da bilinen bu yöntem ağrı tedavisinde son yıllarda kullanıl­maya başlamıştır. Hastanın fizyolojik işlevlere ilişkin bilgi edinmesine ve bu işlevleri denetlemeyi öğrenmesine da­yanır. Böylece hasta kendi iyileşme sü­recini kendi yaratır. Biyolojik geribeslemenin çeşitli uygulama alanları vardır. Psikolojide bunaltı tedavisinde ve ge­nellikle psikoterapiyle birlikte uygula­nır.

Raynaud hastalığı gibi iç hastalıkla­rında da yararlı olabilir. Baş ağrısı teda­visinde ise özellikle yüz güldürücü so­nuçlar verir. Biyolojik geri besleme yöntemi migrende vücut sıcaklığını de­netlemenin, gerilime bağlı baş ağrıların­da ise kas gerginliğini azaltmanın öğre­nilmesine dayanır. Elektronik olarak iz­lenen bu etkinliklere ilişkin bilgiler anında hastaya iletilir. Örneğin migren­de hasta çevresel damar genişlemesinin göstergesi kabul edilen deri sıcaklığını denetlemesini öğrenir.

Vücut sıcaklığın­da bir artış sağlayarak damar etkinliğini kendiliğinden denetler ve böylece baş ağrısını başlatan damar büzüşmesini gi­derir. Yönetimin başarı oranı yüzde 60 gibi oldukça yüksek bir düzeydedir. Ge­rilime bağlı baş ağrısında biyolojik geri-beslemenin amacı kas gevşemesini sağ­lamaktadır. Şiddetli kas gerginliği bulu­nan hasta bunu normale dönüştürmeyi öğrenir. Biyolojik geribeslemenin başa­rısı uygulanan yönteme, ruhsal etkenle­re, plasebo ve tedavi eden uzmanın has­ta üzerindeki etkisine göre değişebilir.

Nedeni Bilinmeyen (Birincil) Baş Ağrıları

Migren

Nöbetler halinde gelen ve nedeni tam bilinmeyen bir baş ağrısıdır. Akut gidişlidir. Genel nüfusun yaklaşık yüzde 2-5'inde görülür. Ağrı genellikle tek yanlıdır; bulantı, kusma yapar ve saatlerce sürebilir. Migrenin bazı beyin moleküllerinin metabolizmasındaki genetik bir kusurdan kaynaklandığı sanılır. Bu durum kafaiçi damar sisteminin zayıf kalmasına, dolayısıyla da damar genişlemesi ve büzüşmesiyle migrenin belirmesine neden olur.

• Salkım tipi baş ağrısı

Genellikle erkeklerde görülen nedeni bilinmeyen ve az rastlanan bir baş ağrısı biçimidir. Uzun iyilik dönemlerinden sonra sık nöbetler ha­linde ortaya çıkar; belli bir dönem boyunca birbirine yalan aralıklarla gelen bu nöbetler sallama benzetilmiştir. Ağrı genellikle kaş kemeri üzerindedir; şiddetli, zonklayıcı ve kısa sürelidir. Bulantı, burun akın­tısı ve yüzde kızarmayla birlikte ortaya çıkar.

• Nedeni bilinmeyen kronik baş ağrıları
Nedeni bilinmeyen baş ağrılarının yüzde 50’si kroniktir. Bu tip baş ağ­rısı süreklidir ya da her gün vardır. Kafaİçİ yapılarda kronik iltihapla ortaya çıkan kronik konjestif baş ağrıları ve boyun kaslarının ağrılı gerginliğiyle birlikte görülen kas gerilimi baş ağrıları bu gruba girer.

İkincil Baş Ağrıları

• Kafatası içi hastalıklara bağlı baş ağrısı
Baş ağnsına neden olan başlıca kafaiçi lezyonlan tümörler, apseler, beyin kanamalan, kafa içinde atardamar balonlaşmalan ve menenjit­tir. Sinir dokusunu etkileyen kanamalarda ağn ani ve şiddetlidir. Tü­mör ve apselerde ağn genellikle sinir sistemi belirtileriyle birlikte görülür. Menenjitte ise ense sertliği çok tipiktir.

• Kafatası dışındaki hastalıklara bağlı baş ağrısı
Baş ağnsına neden olan başlıca göz hastalıklan glokom, iriste ve gö­zün iç yapılarında iltihap ve merceklerle düzeltilemediğinden göz kas­larını sürekli zorlayan kınlma kusurlandır. Ortakulağın ve burun çev­resindeki sinüslerin iltihaplan ile diş hastalıklan da önemli baş ağnsı nedenlerindendir. .

Soru

Baş ağrısı tanısı nasıl konur?

Cevap
Hekimin ilk görevi sinüzit, tümör ya da başka bir organik süreçle ilgili ikincil baş ağnsı olasılığını araştırmaktır. Genel eğilim son migren nö-betiyle ilgilenmektir, çünkü son birkaç ay içinde ortaya çıkan ağn da­ha çok dikkat çeker. Hatta hasta çoğu kez yıllarca ağn çektikten sonra hekime başvurmuştur. Bulantı, üşüme, ışıktan rahatsız olma gibi belir­tilerle ortaya çıkan bir baş ağnsı nöbeti varsa migrenden başka bir hastalığın düşünülmesi çok güçtür.

Guatr

Tiroit bezinin çeşitli nedenlere bağlı olarak büyümesine “Guatr” denir. Tiroksin hormonunun yapısına giren iyot besin, su ve solunum yoluyla vücuda, oradan da tiroksin sentezine katılır. Denize yakın, deniz havasını alabilen bölgelerin havasında ve suyunda insanın gereksinimini karşılayabilecek düzeyde iyot bulunur. Buna karşılık denizden uzak ya da dağlık bölgelerin içme sularındaki iyot miktarı yetersiz düzeydedir. Bu bölgelerde yaşayan insanların kanındaki iyot düzeyi düşük olur. Düşük kan iyotu ise tiroksin hormonu sentezinin azalmasına neden olur, Bu azalma tek tek hücre ve folikül düzeyinde olmaktadır.

Organizma normal tiroksin gereksinimini karşılamak amacıyla bu kez tiroksin sentez eden hücrelerin ve foliküllerin sayısını çoğaltma yoluna gider. Bu ise tiroit bezinin büyümesine yani “Guatr”a yol açar. Bu hastalarda başlangıçta tirotropin düzeyi normaldir. Öyle ki tiroit bezinin normal tirotropin düzeyine karşın büyümesi, tiroit bezinin yetersiz iyot düzeyi durumunda tirotropine aşın duyarlılık kazanmasıyla açıklanmaktadır. Guatrın başlangıç dönemlerinde büyümüş olan tiroit bezi kitlesi, vücudun tiroksin hormonu gereksinimini karşılayabilir. Fakat bir süre sonra hormon yapımı yetersiz kalır ve bir tiroksin azlığı tablosu yani bir “Hipotiroidizm” gelişir.

Bazı bölgelerde ise yeterli iyot miktarına karşın, guatr yine de gelişebilmektedir. Buna en iyi örnek ülkemizin Karadeniz Bölgesi’ndeki guatr vakalarıdır. Bazı bölgelerde ise suda yeterli iyot bulunmasına karşın, guatr vakalarına çok rastlanır. Çünkü Karadeniz halkı “Kara Lahana” denilen bir sebzeyi çok yerler. Kara lahanada ise “Guatr yapıcı” (guatrojen) denilen maddeler bulunur. Bu maddeler kandaki normal iyot düzeyine karşın tiroksin hormonunun yapımını engellerler.

Bilindiği gibi, tiroksin yapımı azalmış olan organizmada zamanla guatr gelişir. Bu hastalarda guatr, tiroksin düzeyini normal tutmaya çalıştığı ve bunda da önemli ölçüde başarıya ulaştığı için tiroksin hormonu eksikliği ve buna bağlı klinik guatr belirtileri ortaya çıkmaz. Fakat büyük guatrlar nefes borusu (trakea) ve yemek borusuna (özofagus) baskı yaparak solunum güçlüğü ve yutma güçlüğüne neden olabilirler. Guatrın tedavisi ve önlenmesi çok basittir.

Denizden uzak bölgelerin içme suyuna ve sofra tuzuna belli oranlarda iyot katılarak hastalığın ortaya çıkması engellenebilir. Kara lahana, şalgam gibi içinde guatr yapıcı maddeler bulunan besinlerin daha dikkatle kullanılması etkin bir koruyucu önlemdir. Tiroksin hormononun ve/veya iyodun dışardan verilmesi tedavinin temelini oluşturur. Bu tedaviler sonucu büyümüş olan tiroit bezi, yani guatr geriler. Çok büyük ve baskıya neden olan guatr vakalarının bazılarında ise baskıyı kaldırmak amacıyla cerrahi girişime baş vurulabilir.

Tansiyon, Yüksek Tansiyon, Tansiyon Yükselmesi

TANSİYON (YÜKSEK TANSİYON)

Yüksek tansiyon (hipertansiyon) te­rimi atardamarlardaki büyük kan basın­cının 150 mmHg (mm cıva basıncı), küçük kan basıncının ise 90 mmHg’ye eşit ya da daha yüksek olduğu durum­larda kullanılır. Tansiyonu uzun süre­lerle bu değerlerin üstüne çıkan birey­lerde beyin, böbrek, kalp ve damar has­talıklarının daha çok görüldüğü ve ge­nellikle tansiyonu normal olanlara oranla yaşam süresinin daha kısa oldu­ğu kanıtlanmıştır.

Büyük kan basıncı (büyük tansiyon) kaç olursa olsun, küçük kan basıncı (küçük tansiyon) 90 mmHg ya da daha yüksekse sistemik yüksek tansiyon söz konusudur ve tedavi edilmesi gerekir. Son istatistiklere göre normalin üst sını­rına yakın küçük kan basıncının (85-89 mmHg) bile bir risk etkeni olduğu anla­şılmaktadır.

Küçük (diyastolik) tansiyonun yük­sek olmadığı, yani 90 mmHg’nin altın­da kaldığı, yalnız büyük (sistolik) tansi­yonun yükseldiği durumlarda sistolik yüksek tansiyon söz konsudur. 70 yaşın altındaki kişilerde küçük tansiyon 90 mmHg’nin altında kalırken büyük tansi­yon 160 mmHg ve daha yüksekse teda­vi edilmesi gerekir. 70 yaşın üzerinde tedaviyi başlatacak büyük tansiyon de­ğeri 170 mmHg ve daha üstüdür.

Hipertiroidizm, aort kapak yetmez­liği ve atar-toplar damar bağlantılarında büyük tansiyon yüksek olmasına karşın ilaç tedavisi gerekmez. Bu durumlarda asıl hastalık tedavi edilmelidir.Yüksek tansiyon günümüzde hâlâ beyin damarlarındaki tıkanıklık ve ka­namalar açısından başlıca risk faktörü­dür. Ayrıca, kolesterol ve sigara alışkanlığının yanı sıra miyokart enfarktü­sünün başlıca nedenleri arasında yer alır; kalp ve dolaşım yetmezliği olan ki­şilerin yüzde 75'inde bu hastalıklara ne­den olduğu bildirilmiştir.

Ayrıca tansi­yon yükselmesinin damar duvarında ka­lınlaşma gibi belirgin değişikliklere yol açarak tıkayıcı damar hastalıkları, anev­rizmalar ve böbrek yetmezliği gibi bir dizi doku bozukluklarına neden olduğu kanıtlanmıştır.Son 35 yıl içinde yüksek tansiyonun ilaçla tedavisinde dev adımlar atılmış olmasına karşın, yukarıda belirtilen ol­gular güncelliklerini korumaktadır.

Gü­nümüzde fazla yan etkisi olmayan, bu­na karşılık son derece etkili ilaçlar var­dır. Son yıllarda bu tedaviler sonucunda kan basıncının düşürülmesiyle kalp ve damar hastalıklarına yakalanma ve bu hastalıklardan ölme oranının belirgin ölçüde azaldığı kanıtlanmıştr.

Bu teda­vilerin yüksek tansiyonlu hastaların tedaviden sonraki yaşanılan üzerindeki etkileri incelenmiş ve özellikle felç, kalp ve dolaşım yetmezliği ile böbrek yetmezliğinin ortaya çıkma sıklığının azaldığı, buna karşılık, söz konusu ilaç­ların yüksek tansiyonlu hastada miyo­kart enfarktüsü ya da anjina pektoris gi­bi kalp kasının yeterince kanlanamama-sına bağh hastalıkların önüne geçilme­sinde daha az yararlı oldukları belirlen­miştir.Bu ilerlemelere karşın, en son ista­tistiklerin de doğruladığı gibi, yüksek tansiyon hâlâ ölüme neden olabilmekte­dir.

Bunun nedeni bazen hastanın ih­malkârlığı nedeniyle hekim kontrolün­den geçmemesi ve hastalığa tanı kona-mamasıdır. Bazen de tanı konduktan sonra hekimin önerdiği ilaçların gere­ğince kullanılmaması ya da uygun oJ-mayan ilaçların seçilmesi ve daha sık­lıkla muayene edilen kişinin kalp ve da­marlarının yapısı nedeniyle tedavi yetersiz kalır.Kuramsal olarak, daha iyi sonuçlar elde etmek mümkün olduğundan, kalp ve damarlarla ilgili komplikasyonların önlenmesindeki bu başarısızlıklar, sürekli bir tedavi uygulamanın gerektiğini vurgular. Yüksek tansiyon tehlikesi olan hastanın doğru saptanması, öte yandan hastaya verilmesi gereken ilaç­ların seçiminde etkili bir düzenleme ya­pılması gerekir.

NEDENLERİ

Oluşum mekanizması bakımından iki tür yüksek tansiyon vardır: Birincil ya da esansiyel ve ikincil. Birincil yüksek tansiyonun nedenleri tam olarak bilin­memekle birlikte, hastalığın oluşumun­da kalıtım, ruhsal açıdan çabuk etkile­nen heyecanlı kişilik, şişmanlık gibi ba­zı etkenler saptanmıştır, tkincil yüksek tansiyon aşağıdaki hastalıklardan sonra ortaya çıkabilir:

Böbrek dokusu ve böb­rek atardamarlarında yerleşen hastalık­lar (akut ve kronik böbrek iltihabı, poli-kistik böbrek), böbreküstü bezinin ka­buk bölümündeki hastalık nedeniyle kortizon ya da aldesteron hormonları­nın fazla salgılanması sonucu görülen Cushing hastalığı ve Crohn hastalığı, böbreküstü bezinin iç kısmının (medul-la) tümörü (feokromositom), aortun kalpten çıktığı bölgedeki darlığı, kafa içi basıncının artması.Yüksek tansiyonla basınç reaksiyo­nu arasındaki ayrımın da yapılması ge­rekir.

Yüksek tansiyon terimi kan ba­sıncının sürekli olarak bazı sınırların üzerinde kaldığım belirtirken, basınç reaksiyonu tansiyonun heyecanlanma ya da kan içine ilaç şırınga edilmesi gi­bi bir uyaran nedeniyle geçici olarak yükselmesidir. Yükselmeye yol açan uyaranın etkisi kaybolunca tansiyon normale döner.

GÖRÜLME SIKLIĞI
Yüksek tansiyonluların tümü tanı kona­cak biçimde tıbbi kontrolden geçmemiş olduğundan ve yüksek tansiyon değer­lendirme ölçütleri her yerde aynı olma­dığından yüksek tansiyonun dağılımını kesin olarak saptamak olanaksızdır. Hekime başvuran erişkinlerin yaklaşık yüzde 25'inde yüksek tansiyon vardır ve bunların yüzde 9O’ı esansiyel (birincil) tiptedir.

TANI
Tanı konması için kan basıncı 20 dakika dinlenmenin ardından ölçülmelidir; bir­birinden farklı zamanlarda yapılan üç ayrı ölçümde de kan basıncı yüksek çı­kıyorsa yüksek tansiyon tanısı konabilir.
Kan basıncı ölçümlerinde pek çok kısıtlama ve hata olasılığı vardır.
Bunların başında hastanın muayene­ye ve hekime olan tepkisi gelir. Burada tansiyon heyecan nedeniyle tepkisel olarak yükseldiği halde, kişiye yanlış­lıkla yüksek tansiyon tanısı konur.

Son yıllarda bu yanlışlıklardan ka­çınmak için günlük etkinlikleri engelle­meden kan basıncının otamatik olarak kaydedilmesini sağlayan birçok teknik geliştirilmiş ve uygulanmaya başlamıştır. Böylece elde edilen 24 saatlik tansi­yon değerleri, yüksek tansiyonun or­ganlarda yol açtığı zararları tansiyon aleti ile elde edilen değerlerin ortaya koyamadığı kadar belirgin olarak sergi­ler. Bununla birlikte, kan basıncının di­namik olarak monitörle izlenmesinin tanı açısından üstün olduğuna ilişkin bir kanıt elde edilememiştir.

Bu neden­le bu yöntem yalnız bazı seçilmiş yük­sek tansiyon olgulanyla sınırlı kalacak biçimde uygulanmaktadır; bunlar kan basmcı sık sık değişen hastalar, yüksek tansiyon ile organlardaki örselenme arasında bağlantının tam kurulamadığı olgular, sık sık tansiyonu yükselenler ile tedavi sonuçlarının değerlendirilmesi istenen olgulardır.
Olguların büyük bir bölümünde dik­katli bir ölçümle yüksek tansiyon tehli­kesi olup olmadığı belirlenebilir; gere­kirse hasta kan basıncını evde kendi kendine de ölçebilir.

İkincil yüksek tansiyonun nedenleri­ni saptayabilmek için genel bir muaye­ne yapılması önemlidir. Özellikle kol ve bacak atardamar nabızlarının kolay­ca alınıp alınamaması, atardamarlardaki nabız vuruş şiddetinin birbirinden farklı olup olmaması, böbrek atardamarları­nın karından stetoskopla iyice dinlen­mesi gereklidir. Ayrıca idrar tahlili ya­pılır ve kanda üre, ürik asit, kreatinin, sodyum ve potasyum gibi elektrolitle­rin düzeyi belirlenir.

TEDAVİ
Belirti ve yakınmaların az ya da çok ol­masına bakılmaksızın tüm yüksek tan­siyonluları tedavi etmek gerekip gerekmediği tartışması şu çözüme bağlanmış­tır: Küçük kan basıncı 90 mmHg’nin (mm cıva basmcı) üstünde olan tüm hastaların tansiyonu 85 mmHg düzeyin­de tutulacak biçimde tedavi uygulanma­lıdır.
ikincil yüksek tansiyonda tedavi ön­celikle temelde yatan hastalığın tedavi­sine yöneliktir; birincil yüksek tansi­yonda basıncın kontrol altına alınmasıy­la ve basıncm normale inmesiyle sorun çözülemezse komplikasyonlann tedavi edilmesi gerekir. Birincil yüksek tansi­yonun tedavisinde genel önlemlerin ya­nı sıra ilaç tedavisi uygulanır.

Genel ön­lemler kısaca şunlardır:

Beslenme – Bazı istatistikler sanayi­leşmiş toplumlarda nüfusun yansından çoğunun fazla kilolu olduğunu göster­mektedir. Bu durum genellikle yüksek tansiyon, şeker hastalığı ve damar sert-liğiyle birlikte görülür; öte yandan tek başına da kalp ve dolaşım sistemi has­talıkları için bir risk faktörüdür. Bu ne­denle yüksek tansiyonlu, şişman hasta­nın normal kilosuna getirilmesi büyük önem taşır. Hafif ya da orta derecede yüksek tansiyonlu hasta, çoğu zaman yalnızca kilo vererek kan basıncını nor­mal değerlere düşürebilir. Verilen her kilo için diyastolik (küçük) kan basıncı­nın 2-3 mmHg azaldığı saptanmıştır.Özellikle hayvansal kökenli doymuş yağlar (tereyağ, içyağı) az kullanılmalı­dır.

Bu maddeler aşırı miktarda alınırsa kandaki kolesterol düzeyi artar; buna bağlı olarak yüksek tansiyon ve öteki kalp ve dolaşım sistemi hastalıklan açı­sından risk yükselir. Sebzeyle beslenen topluluklarda çok az kişide yüksek tan­siyon görüldüğü gözlenmiştir.Besinlerle aşın tuz alımı da engel­lenmelidir. Tuz kendi başına güçlü bir damar büzücüdür ve tansiyonu düzenle­yen bazı sistemleri etkiler. Ama yapılan son araştırmalar tuz kısıtlamasının bü­tün birincil yüksek tansiyon durumla­rında etkili olmadığını göstermektedir. Sonuç olarak tuz kısıtlamasına yanıt ve­ren ve vermeyen birincil yüksek tansi­yon çeşitlerinden söz edilebilir.

Son za­manlarda dikkatlerin odaklaştığı bir başka nokta ise potasyumdur. Potas­yumca biraz zengin bir diyetin henüz tam olarak aydınlatılamamış mekaniz­malarla tansiyonu düşürdüğü gözlen­miştir. Kahve de kan basıncında birkaç saat süren 5-20 mmHg’lik yükselmelere yol açtığından kısıtlı miktarda alınmalı­dır. Aşın alkol alımı da zararlı olabilir, aşın alkol alındığında sempatik sinir sisteminin uyanlmasına bağlı olarak uzun süreli yüksek tansiyon görülür.Sonuçta, yüksek tansiyonlu hasta peynir ve öbür süt ürünleri de içinde ol­mak üzere çok az hayvansal yağ ve tuz tüketmeli, bol meyve ve sebze yemeli­dir. Gerekenden çok kalori almamalı­dır.

• Hareketsiz yaşamla savaş

Yüksek tansiyonlu kişiye önerilen yüzme, yürü­yüş, jogging, bisiklet ve kayak gibi sporlar izotonik tiptedir. İzometrik eg­zersizler (ağırlık kaldırma) önerilmez. Tansiyonu sürekli yüksek olan kişi, önerilen egzersizleri uygularsa, sistolik ve diyastolik kan basıncıyla, kalp atım hızının düştüğünü görecektir.Gevşeme teknikleri – Sanayileşmiş toplumlarda çok yüksek düzeyde olan ruhsal gerilim tansiyonun yükselmesine neden olabilir.

Bu nedenle son yıllarda tansiyonun düşmesinde yararlı olduğu saptanan gevşeme tekniklerinin kullanı­mı gündeme gelmiştir.
• Sigara dumanından uzak durma -Tek bir sigaranın dumanının tansiyonda 15-20 dakika süreyle ani ve birkaç mmHg’lik yükselmeye yol açtığı kanıt­lanmıştır. Aşırı sigara içen kişinin sü­rekli yüksek tansiyon tehlikesiyle ne öl­çüde karşı karşıya kaldığı kolayca anla­şılabilir.Birincil yüksek tansiyonun tedavi­sinde yalnızca deneyimler sonucunda seçilen bazı ilaçlar kullanılır. Sabit bir tedavi tablosu yeğlenmemekle birlikte, kan basıncını düzenleyen mekanizma­lar hakkında kazanılan bilgilerin yardı­mıyla değişmeyen bir tedavi planının uygulanmaya sokulabileceği düşünül­mektedir.

Kan basıncını düzenleyen pek çok mekanizma olmasına karşın, en önemli ve uzun süreli etkiyi sağlayan, damarla-nn büzüşmesini ve dolaşımdaki kanın hacmini düzenleyen sistemdir. Kan ba­sıncı kalbin damarlara pompaladığı kan miktan ile-arteriyollerin (küçük atarda­marlar) duvarlarındaki direncin bir ürü­nüdür. Bu düzenleme sisteminde, böb­rekte ve böbreküstü bezinin kabuk bö­lümünde odaklasan iki merkez vardır. Bunlann arasındaki dengenin bozulma­sı iki farklı mekanizmayla yüksek tansi­yona yol açar ve uygulanması gerekli tedavi her iki durumda farklıdır.

Bunla­rın aynı anda etkili olması ise daha kar­maşık bir yüksek tansiyon biçimine ne­den olur. Yüksek tansiyon, vücutta aşın su ve sodyum tutulmasına bağlı anor­mal bir sıvı birikiminden kaynaklanı­yorsa; tedavide idrar söktürücü ilaçlar kullanılır; yüksek tansiyon damar bü­züşmesine bağlıysa, bunu önlemeye, çözmeye yönelik ilaçlar öncelik kaza­nır. Ara biçimlerde ise her iki tür ilaç birden kullanılır.
Tansiyonun düşürülmesi gereken bazı özel durumlan da ele alalım

• Yüksek tansiyon ve yaşlılar – Bir zamanlar yaşlılarda doğal bir olgu ola­rak kabul edilmiş olsa da, yüksek tansi­yon damarlardaki yaşlılığa özgü deği­şiklikleri hızlandırır. Yaşlılarda sürekli ve sabit yüksek tansiyonun etkilerinin en çok görüldüğü organlar beyin, göz, kalp ve böbrektir. Damar sistemindeki değişikliklere bağlı olarak bu organlar­da işlev bozukluğu görülür.

Vücutta güç harcadıktan sonra ortaya çıkan de­ğişiklikleri değerlendirirken, tansiyonun aynı koşullarda sağlıklı kişilerde de yükseldiği unutulmamalıdır. Yaşlı has­taların tedavisinde amaç, sistolik kan basıncının 170 mmHg’nin, diyastolik kan basıncının ise 90 mmHg’nin altına düşürülmesidir. Yaşlılarda tedavi, başka hastalıkların da varlığı nedeniyle genç­lere göre daha zordur.
Ani tansiyon düşüşleri beyin dolaşı­mında zaten var olan yetmezliği kötü-leştirdiğinden, bu durumun önlenmesi gerekir. Tedavinin aşamalı ve “yumu-şak” bir tansiyon düşürücüyle başlanıp sürdürülmesi önerilir.
Yaşlılarda yalnızca sistolik tansiyo­nun yükselmesi de sık görülür. Sistolik tansiyon yaşla birlikte yükselir.

Bu du­rum, aortun ve başlıca atardamarların esnekliğinin azalmasına ya da yok ol­masına bağlıdır. Yaşlılarda sistolik kan basıncı 170 mmHg’nin üstünde, diyas­tolik basınç 90 mmHg’nin altında ise başlangıçta olabildiğince düşük dozda idrar söktürücülerle tedaviye başlamak gerekir.

• Yüksek tansiyon ve şeker hastalığı-Yüksek tansiyon şeker hastalarında, şe­ker hastalığı olmayanlara oranla iki kat sık görülür. Erişkin tip şeker hastalığı olanlarda yüksek tansiyonu açıklamak için birçok varsayım ortaya atılmıştır. Şişmanlık her iki hastalıkta da görülür. Şeker hastalarında tansiyonun kontrol altında tutulması böbrekteki örselenme-yi yavaşlatır ve hastalığın gidişini dü­zeltir.

• Yüksek tansiyon ve gebelik – Gebelikte yüksek tansiyon tek basma ya da gebelik eklampsisi tablosunda vücutta sıvı birikimiyle birlikte ortaya çıkabilir. Bu durumun özellikle dölüt için olum­suz sonuçlan olacağından, tansiyonun dikkatle kontrol altında tutulması gere­kir.

• Yüksek tansiyon ve çocukluk – Ço­cuklukta yüksek tansiyon oldukça en­der görülür. Tansiyonun normal değer­lerin dışında olması iç salgı hastalıkları­nı, böbrek hastalıklarını ve aort damarı darlığını düşündürmelidir; ruhsal ne­denler ya da yanlış ölçüm gibi teknik nedenler de rol oynayabilir. Genellikle sorun kilo vermeyle düzelirse de, ço­cuklarda ve gençlerde görülen yüksek tansiyon olgularının çok büyük bir bö­lümünde sorunun başka bir hastalıktan kaynaklandığı ve bu nedenle tanıya yö­nelik bir araştırma ve özgül bir tedavi gerektiği unutulmamalıdır.

• Yüksek tansiyon ve böbrek yet­mezliği – Böbrek hastalığının ağırlaş­masını önlemek için tansiyonun dene­tim altında tutulması gereklidir. Hekim tansiyonu düşürecek ilaçları seçerken ve dozlarım ayarlarken dikkatli olmalı ve böbrek işlevleri üzerinde olumsuz etkisi olacak maddeleri kullanmaktan kaçınmalıdır.

TEDAVİNİN, SURESİ
Tansiyonun düşürülmesi gereken en düşük nokta tartışılmaktadır. Son çalış­malar tansiyonun 85 mmHg’den daha aşağı düşürüldüğünde miyokart enfark­tüsü nedeniyle ölüm tehlikesinin arttı­ğını belirtmektedir. Bu olay 55 yaşın üstünde ve sigara içen erkeklerde daha belirgin görünse de, tansiyonu düşüren tedavinin tipiyle bağlantılı değildir. Bu varsayım üzerinde farklı görüşler ileri sürülmektedir; hatta, bazılarına göre bunun bilimsel bir temeli yoktur, ula­şılması gereken tansiyon düzeyi, yan etkilerin ya da hastalığa bağlı olan be­lirtilerin ortaya çıkmadığı en düşük düzeydır.

Hekimin karar vermek zorunda kal­dığı bir sorun da tedavinin süresidir. Genel olarak tedavi yaşamboyu sürme­lidir. Genellikle ilacm kesilmesinin ar­dından hemen tüm hastalarda tedaviden önceki tansiyon değerlerine dönüş izle­nir. Bununla birlikte, tansiyonun dene­tim altında tutulduğu uzun bir dönem­den sonra, temkini elden bırakmadan, kullanılan ilaçların dozu ya da sayısı azaltılabilir.

SONUÇLAR
Tansiyonu düşürmeye yönelik tedavinin başarısız olması, ilaçların uygun olma­yışından çok, hastanın tedaviye yeterin­ce uymaması ya da gerçekçi tedavi he­definin saptanıp kararlılıkla bu hedefe ulaşılmaya çaJışılmamasından kaynak­lanır.
Günümüzde kullanılan tansiyon ilaçlarının farklı etkileri ve etki meka­nizmaları vardır.

Böylece hastaların hemen tümünde tansiyonun normale düşürülmesi mümkün olur. Yüksek tansiyonun nedenlerine ilişkin bilgiler hangi ilacın ya da hangi ilaçların bir arada kullanılmasının daha etkili ola­bileceğini saptamak için yeterli değil­dir. Bunun sonucunda yüksek tansiyo­nun tedavisi deneyime dayanır ve et­kili bir tedavi programı karmaşık ola­bilir.İlaçların birlikte kullanımı, farklı dozajları olması, tedavinin uzun sürme­si ve büyük bir olasılıkla pahalı olması nedeniyle çoğu zaman etkili bir tansi­yon tedavisini uzun zaman sürdürmek güç olabilir.

Erken tam ve tedaviye zaman geçirmeden başlamak çok Önemlidir; orta derecede yüksek tansiyonu olan, kalp ve dolaşım sistemi komplikasyonları olmayan hastalar basit tedavi program­larıyla çok daha kolay denetim altına alınır.Son olarak, hastaya uzun süren te­davinin ne kadar önemli olduğu anlatıl­malıdır; hastanın bilgilendirilmesi, özellikle belirtilerin görülmediği kronik hastalarda çok Önemlidir. Bu hastalar kendilerini iyi hissetseler de yüksek risk taşıdıklarını ve ilaçlarını sürekli ve düzenli alırlarsa riskin çok azalacağını bilmelidirler.Öte yandan hastalıkları ya da teda­vileriyle ilgili olarak nevrotik davran­mamaları gerekir.

Ayrıca hastanın evde tek başına tansiyonunu Ölçmeyi öğren­mesi de gerekir; böylece tansiyon teda­visini sürdürmesi kolaylaşır.Birincil ya da esansiyel yüksek tansiyon
Nedenin belirlenemediği durumlarda yüksek tansiyon böyle adlandırılır. Yüksek tansiyonlu hastaların çoğunluğunda (yüzde 85-90) görülür. Belirgin ailevi özelli­ği vardır; çevresel, sinirsel, hormonal ve damarlarla ilgili etkenlerin de farklı öl­çüde etkisi olabilirse de, bunlardan hiçbirinin kesin sorumlu olduğu kanıtlanma­mıştır. Öteki etkenler arasında aşırı tuz alımı, duygusal gerginlik ve şişmanlık yer alır. Bu etkenlerin kalıtsal yatkınlığı olan kişilerde yüksek tansiyonun ortaya çıkmasına neden olduğu ya da önceden var olan yüksek tansiyonu ağırlaştırdığı sanılmaktadır.

İkincil yüksek tansiyon
Başka bir hastalık tansiyonun yükselmesine neden olur. Yüksek tansiyona neden olan hastalıklar şunlardır:

• Böbrekteki iltihaplar (glomerülonefrit, piyelonefrit). Renovasküler yüksek tansiyon böbrek atardamarının daralmasına ve buna bağlı olarak böbreğe giden kan akımının azalmasına bağlıdır. Bunun sonucunda böbrekte renin hormonunun yapımı ve salgılanması artar, bu da anjiyotensini etkinleştirerek yüksek tansiyo­na yol açar.• îç salgı hastalıkları. Bazı tiroit bezi hastalıkları orta derece yüksek tansiyona yol açar. Özellikle bazı böbreküstü bezi hastalıklarında da (feokromositom, Cus-hİng hastalığı, hiperaldosteronizm) yüksek tansiyon görülür.• Sinir sistemi hastalıkları. Bazı beyin tümörleri yüksek tansiyona yol açabilir­ler.

• Arteriyoskleroz (damar sertliği). Yüksek tansiyon sonucunda oluşabilmesinin yanı sıra, yüksek tansiyonun nedeni de olabilir. Özellikle böbrek atardamarının daralması renovasküler yüksek tansiyona, büyük atardamarlardaki sertleşme de sistolik yüksek tansiyona yol açar. Bazı ilaçların (kortikosteroitler, doğum kont­rol hapları) ya da besinlerin (meyankökü) alınması da yüksek tansiyona yol açar.

Kan basıncını belirleyen başlıca etkenle:
Kan basıncı birbiriyle ilişkili birçok etkenin dengesinden kaynaklanır. Kan basıncını kalp, damarlar ve kan kütlesi belirler. Basıncı düzenleyen etkenler bunların üzerinde etki gösterir.Geniş anlamda basmç, belirli bir zaman biriminde kalbin sol karıncığın­dan pompalanan kan hacminden ve çevrel damarların kan akımına karşı direncinden kaynaklanır. Kalbin atımı, kalp kasının kasılma gücü ve kalp atim hızına bağlıdır.Damarın direnci çapıyla ters orantılıdır.

Bu nedenle basınç büyük Ölçüde çevrel arteriyollerin (küçük atardamarlar) büzüşmesinden kaynaklanır. Basıncı düzenleyen etkenler en başta çevrel arteriyoller üzerinde etkili olurlar.Çevrel direncin artmasında kanın akışkanlığının az da olsa önemi vardır. Kanın akışkanlığı azalınca (sıklıkla alyuvar sayısının artışı nedeniyle) damar çapları aynı kalsa da direnç artar.

Kanın akışkanlığı suyunkinden 2,5kat azdır. Kan hacmi kan basıncını belirleyen başka bir etkendir.. Plazma hacmindeki artma ya da azalma, uygun bir biçimde dengelenmezse kan basıncında değişikliklere yol açar.

yüksek tansiyon hamilelikte ne gibi sorunlara yol açar?

Soru

Yüksek tansiyonlu hasta kendini yıkılmış ve üzgün hissedebilir mi?

Cevap
Kendini yıkılmış ve üzgün hissetmek yüksek tansiyona özgü bîr ruh hali olmasa da, yüksek tansiyon nedeniyle görme bozuk­lukları, kulaklarda çınlama, kalp ve dolaşım yetmezliği ortaya çıkan kişi normal etkinliğini sürdüremez haîe gelebilir. Ayrı­ca, Cushıng hastalığı gibi yüksek tansiyona neden olan bazı hastalıklarda duygusal dengesizlik ve çöküntü eğilimi görülür.
Yüksek tansiyon genellikle damar sertliğinin (özellikle beyin damarlarında) ortaya çıkmasını kolaylaştırdığından, bu duygu­lar ve,.çöküntüvliLbJrMte,kişilik değişiklikleri de görülebilir.